MEHMET ÂKİF BEY’İN KASTAMONU NASRULLAH CAMİİ’NDEKİ CUMA VAAZI
MEHMET ÂKİF BEY'İN KASTAMONU NASRULLAH CAMİİ’NDEKİ CUMA VAAZI
Mev'iza
"NASRULLAH"
KÜRSÜSÜNDEN[1]
Türk
Milletine hitap
Kastamonu
19 Teşrinisani 1336 (1920)
Cuma
günü
Bismi-llâhi-r-Rahmani-r
Rahim
Ya
eyyahe-llezine âmenu lâ tettehizu bıtaneten min dunikum la yelunekum habalen,
veddu ma anittum, kad bedetil-boğdau min efvahihim vema tuhfi suduruhum
ekber, kad beyyenna lekûm-ul-âyati in küntüm ta'kilum.
TERCÜMESİ
(Yaeyyuhe-lleziîine
âmenu) ey iman etmiş olanlar, ey müslümanlar,
içinizden olmayanlardan, size yabancı kimselerden dost ittihaz etmeyiniz. Âyeti çelileki
(bitane) içli
dışlı görüşülen,
kendisine her türlü sırlar
emanet edilen samimi dost, yarıcan,
arkadaş, mahremi esrar manalarınadır.
Öyle bitane ki (la ye’lünekum habalen)
sîzlere karşı mazarrat ika etmekten, aranıza fitneler, fesadlar sokmaktan hiç bir vakit geri durmazlar. Ellerinden
gelen fenalıkların hiç
birini sizden esirgemezler. (veddu ma anittum) Sizin sıkıntılara, musibetlere, felâketlere uğramanızı isterler. (Kad bedetil-bağdau
min efvahiİim) görmüyor musunuz, hakkınızda
besledikleri düşmanlık
ağızlarından
taşıp dökülüyor.
(ve ma tuhfi sudurahum ekber) bununla beraber yüreklerinde,
sinelerinde gizlemekte oldukları
kinler, garezler, husumetler, o bir türlü zabtedemeyip de ağızlarından kaçırmakta
oldukları
adavetten çok
büyüktür, çok
şiddetlidir. (Kad beyyenna lekum ul âyeti in kuntum ta’kilun) bizler size her biri ayni hikmet,
mahzı
ibret olan âyetlerimizi
böyle sarih bir surette bildirdik. Eğer
sizler akı
karadan, iyiyi kötüden seçer,
hayrını, şerrini düşünür
aklı başında
adamlarsanız
bu hikmetlerin, bu ibretlerin muktezasınca
hareket ederek, hem dünyada,
hem ukbada felâh
bulursunuz.
TEFSİR
Ey
Müslümanlar, sizin için bu âyeti celileye ittibadan başka
selâmet
yolu yoktur. Takib edilecek hattı
hareket, düstur-u
siyaset tamâmile
bu âyeti
celilede mündemicdir.
Binaenaleyh meali ulvisini bir kere de toplayıp
ifade edelim. Cenabı
hak buyuruyor ki:
—
Ey müminler, size ellerinden gelen fenalığı yapmakdan çekinmeyen, bu hususta hiç bir fırsatı kaçırmayan,
dininize yabancı
kimseleri kendinize mahremi esrar, dost, arkadaş ittihaz etmeyiniz. Bunların sureti hakdan görünerek
size güler yüz göstermelerine,
hayırınızı ister gibi tavırlar takınmalarına
asla kapılmayınız. Onların gece gündüz isteyip durdukları sizin felâketinizden,
izmihlalinizden, esaretinizden başka bir şey değildir. Baksanıza, size karşı
kalplerinde besledikleri düşmanlık
o kadar dehşetli ki bir türlü
zabtedemiyorlar da ağızlarından
kaçırıyorlar. Halbuki yüreklerinde kök salmış olan husumet, ağızlarından taşan ile kabili kıyas değildir, ondan çok fazladır,
çok şiddetlidir. İşte
bütün
hakikatleri, âyatı celîlemizle
sizlere açıktan
açığa
tebliğ ediyoruz, bildiriyoruz, Eğer
aklı başında
insanlarsanız, eğer dareynde[2] zelil olmak, hüsranda kalmak istemezseniz bizim âyatı
celilemizin gereğince hareket ederek felâh bulursunuz.
Bu
âyeti celile surei Âli İmrandadır.
Surei Tevbede de "Ey müslümanlar, Cenabı Hak içinizden
hak yolunda mücahedede
bulunanları, Allah ile onun resuli muhtereminden, bir de müminlerden kendisine
dost ittihaz etmeyenleri görmedikçe sizler öyle başı
boş bırakılacak mısınız,
zannediyorsunuz?"
Bu
iki âyeti celileden başka diğer âyatı kerime daha vardır ki, hep ayni ruhtadır.
★ ★ ★
Ey
camaati müslimin! insan için kendi aleyhine bile çıksa hakkı, hakikati söylemek
lâzımdır. Ben de bir zamanlar Kitabullahı telave’t ederken bu gibi âyatı
celileye geldikçe "acaba sair milletlere karşı
bir az şiddetli davranılmayor mu? Yabancılar hakkında daha
merhametli olmak icab etmez mi idi?" gibi düşüncelere
dalardım.
Vakıa bu
hatıraların sırf
şeytanî
vesveselerden başka bir şey olmadığını
bilirdim. Lâkin
velev şeytani olsun, o düşünceleri
içimden söküp alıncaya
kadar hayli mücahedelere
mecbur kalırdım. Acaba bu vesvesenin menşei ne idi? Burasını
araştıracak
olursak işi bir az tabiî görürüz.
Öyle ya, gözümüzü açtık, Avrupa medeniyeti, Avrupa irfanı, Avrupa adaleti, Avrupa efkârı
umumiyesi nakaratından
başka bir şey işitmedik. Kiminin adaleti, kiminin
hamiyeti, kiminin dehası, kiminin terakkiyatı kulaklarımızı doldurdu. Lisan
bilenlerimiz doğrudan doğruya bu heriflerin eserlerini,
bilmeyenlerimiz tercümelerini
okuduk. Edebiyatları,
hele edebiyatlarının ahlâkî, insani,
içtimaî
mevzuları
pek hoşumuza gitti. Müelliflerin kıymeti ahlâkiye
ve insaniyelerini, eserlerile ölçmeye kalkışdık.
İşte bu mukayeseden itibaren aldanmaya,
hatadan hataya düşmeye başladık.
Bu adamların
sözleriyle özleri
arasında
asla münasebet,
müşabehet
olamıyacağını bir türlü
düşünemedik. İşte okuyup yazanlarımızın çoğuna
ârız
olan bu hata bir zamanlar bana da musallat oldu. Bereket versin ki yaşım
ilerledi, tecrübem
arttı;
hususiyle Avrupayı,
Asyayı, Afrikayı dolaşarak Avrupalı dediğimiz milletlerin esaret altına, tahakküm
altına aldıkları biçare insanlara karşı reva gördükleri zulmü,
gadri, hakareti gözümle görünce artık
aklımı başıma aldım.
Demin söylediğim
şeytani vesveselere kapılmış olduğumdan dolayı Cenabı
Hakka tevbeler ettim.
Dünyada
Avrupalıları bihakkın anlayan ve anladığını
da iki cümle
ile hülâsa edebilen bir müslüman
varsa o da eazimi ümmetten
fazılı mağfur Hersekli Hoca Kadri efendi merhumdur.
Âlemi İslâmın en fedakâr,
en faziletli erkânından Mısırlı
Prens Abbas Halim Paşa bir gün
musahabe esnasında
demişti ki:
— Hoca Kadri Efendiyi zaten Mısır’dan tanırım. İrfanına, uluvvi cenabına hayran olurdum. Bir aralık Fransa’ya
uğramıştım.
Paris’de
ilk işim bu muhterem müslümanı ziyaret oldu. Kendisiyle bir az hoş
beşden sonra dedim ki:
—
Hocam! senelerden beri burada oturuyorsun. Şarkın,
garbın ulûmuna, funnununa cidden vakıf bir nadirei fıtratsın.
Yakinen gördüğün
şeyler tabiidir ki tecrübeni, görgünü,
arttırmıştır. Öğrenmek isterim, Avrupalıları
nasıl
buldun?
— Paşa! Bu adamların güzel
şeyleri vardır. Evet pek çok güzel şeyleri vardır. Lâkin
şunu bilmelidir ki o güzel şeylerin hepsi, evet hepsi yalnız kitaplarındadır!
Hakikat,
hoca merhumun dediği gibi Avrupalıların
ilimleri, irfanları,
medeniyetteki, sanayideki terakkileri inkâr
olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini, insanlara
karşı olan muamelelerini kendilerinin
maddiyatdaki bu terakkileriyle ölçmek kat’iyyen
doğru değildir. Heriflerin ilimlerini, fenlerini
almalı.
Fakat kendilerine asla inanmamalı,
asla kapılmamalıdır.
Bunların
bütün insanlara, bilhassa müslümanlara karşı öyle
kinleri, öyle
husumetleri vardır
ki, hiç bir
suretle teskin edilmek imkânı yoktur. Sureta dinsiz geçinirler.
Hürriyeti vicdan diye kâinatı aldatıp dururlar. Hele biz müslümanları, biz şarklıları
taassubla itham ederler dururlar! Heyhat. Dünyada
bir mü'teassıb millet varsa Avrupalılardır,
Amerikalılardır. Taassubdan hiç haberi olmayan bir millet isterseniz o
da bizleriz.
★ ★ ★
Ey
camaati müslimin! Bilirim ki bu sözlerim sizin senelerden beri avutulmuş,
uyutulmuş fikirlerinize biraz aykırı
gelecektir. Onun için
bir iki misal getirmek icab ediyor:
Bilirsiniz
ki bizim harbi umumiye girmemizden en çok müstefid olan bir millet varsa o da
Almanlardı. Şunu ihtar edeyim ki ben bu kürsüde
harbi umumiye girmek mi lâzımdı,
girmemek mi evlâ
idi, girmeden durabilir mi idik, bir az daha geç
mi girmemiz muvafık
idi? gibi meselelerin hiç
birini mevzuubahis edecek değilim. O benim sadedimin, salâhiyetimin haricindedir. Ortada bir vak'a
var ki biz Almanlarla birlikde olarak harbe girdik. Yüzbinlerce şehit verdik. Yüzbinlerce hanuman söndü.
Milyonlarca sâmân kaynadı
gitti. Şimdi Almanlar için ne lâzım geliyordu? Ne yapacaklardı? Şüphesiz
bütün
dünyanın,
bütün
dünyadaki milletlerin kendilerine ilânı
harp ettikleri bir zamanda böyle
yegâne müttefikleri olan bizleri sinelerine
basacaklar, bütün gazeteleriyle, bütün
kitaplariyle, bütün ediplerde, bütün
muharrirlerde bizi alkış, teşekkür
tufanları
içinde boğacaklardı.
Heyhat! Bu umumî
harbin ilk senesinde ben mühim
bir vazife ile Berlin'e gitmiştim. O aralık Almanya hükümeti
bize dedi ki:
—
Bizim meclisi mebusanımızdaki bilhassa katolik meb'uslar kıyamet koparıyorlar:
Almanlar gibi mütemeddin, mütefennin bir millet nasıl oluyor da müslümanlar
gibi, Türkler gibi vahşilerle ittifak ediyorlar? Bu, bizim için zül
değil midir?... diyorlar. Aman, makaleler
yazınız, eserler yazınız,
biz onları
Almancaya tercüme
ettirelim. Tâki
müslümanlığın da bir din, müslümanların da insan olduğu
bunların
nazarında
taayyün
etsin!
Almanya
hükümeti haklı idi. Çünkü Alman milleti nazarında müslümanlık vahşetten,
müslümanlarsa
vahşilerden başka bir şey değildi. Onların gazetecileri, romancıları; hele müsteşrik
denilip de şark lisanlarına, şark ulûmu
fünûnuna,
şark ahlâk
ve âdatına vâkıf geçinen
adamları
mensup oldukları
milletin efkârını
asırlardan
beri bizim aleyhimize o kadar müthiş
bir surette zehirlemişlerdi ki, arada bir anlaşma,
bir barışma husulüne imkân yoktu. Biz o sırada
kendimizi onlara tanıtmak için, tabii elden geldiği
kadar çalıştık. Lâkin
tamamile muvaffak olduğumuzu asla iddia edemem. Heriflerin
taassubu yaman! Kökleşmiş
bir takım
kanaatler hakkı
görmelerine mani oluyor.
Harp
esnasında, bilirsiniz ki Almanya imparatoru İstanbul’a
gelmişti. Biz safderun müslümanlar
halifenin müttefiki
sıfatiyle o misafire karşı
nasıl hürmette, nasıl ikramda bulunacağımızı
şaşırdık.
Bu şaşkınlıkda o kadar ileri gittik ki darülhilâfenin,
yani İstanbul'un minarelerini kandil gecesi imiş
gibi kandillerle donattık.
Alman dostluk yurdu binası
kurulacak denildi, bol keseden bir kaç
camimizi heriflere peşkeş çektik.
Ha! Gelelim bizim bu gibi fedakârlıklarımıza karşı gördüğümüz mukabeleye! Düşmanlar
Kudüsü bizim elimizden gasbettikleri zaman bu
felâket harbi umumi üzerine büyük bir tesir ika etmişti.
Yani Filistin cephesinin bozulması
muharebe terazisini düşmanlarımızin tarafına
epeyce eğdirmişti. Binaenaleyh müttefikimiz olan Almanlarla yine Almandan
başka bir şey olmayan Avusturyalıların
bu işten bizim kadar müteessir olmaları icab ederdi. Ey camaati müslimin!
İşe bakın
ki Kudüs,
velev ki İngilizlerin eline geçmiş olsun, velev ki bu memleketin düşman
eline geçmesi,
bu cephenin bozulması
yüzünden
muharebe bizim hesabımıza kaybolsun, tek müslümanların elinde, Türklerin elinde
kalmasın da hasmımız da olsa dindaşımız
olan İngilizlerin eline geçsin, diyerek Viyanalılar şehrâyin
yaptılar.
Evlerini donattılar.
Bu maskaralığı men edip yakılan elektrik fenerlerini söndürünceye kadar Avusturya hükümetinin
göbeği çatladı. Artık
taassubun hangi tarafta, hürriyetin,
müsamahakârlığın
hangi tarafta olduğunu bu misallerle de anlamazsanız kıyamete
kadar anlayacağınız
yoktur.
★ ★ ★
Avrupalıları,
Amerikalıları dinsiz derler. Size bir hakikat daha söyleyim mi? Dünyada din ile
en az mukayyed olan bir memleket varsa o da bizim memleketimizdir. Bugün cuma
olduğu halde Kastamonu'nun en şerefli
bir camiinde, görüyorsunuz ya, kaç saflık
cemaat bulunuyor! Dünyanın en mamur, en yeni memleketi olan
Berlin'de pazar günü büyük kiliseler hıncahınç dolar. Hem kiliseleri dolduran
cemaati avamdan ibaret zannetmeyiniz. Bütün zenginler, milletin münevver dediğimiz
tabakasına
mensup adamlar, temiz temiz giyinmiş halk bu cemaati teşkil
eder. İngiltere'ye gittiğiniz
takdirde şayet cumartesi gününden
etinizi, ekmeğinizi tedarik etmezseniz pazar günü
aç kalırsınız.
Çünkü
kıyamet kopsa dinî bir gün
olan pazar günü hiç
bir dükkânı
açtıramazsınız.
İngilizler duasız sofraya oturmazlar, duasız sofradan kalkmazlar.
Rumeli
zenginlerinden bir adam tanırım, ki ziraat tahsili için bir oğlunu
Amerika'ya göndermişti.
Çocuğun kendi ağzından
işittim.
Diyor
ki:
—
Memleketin acemisiyim. Lisanlarını lâyıkiyle bilmiyorum. New-York'ta, bir
otelde bulunuyorum. Gece canım sıkıldı. Oturduğum odada bir piyano vardı. Azıcık tıngırdatayım
dedim. Sazın
perdeleri üzerinde
parmaklarımı hafifçe
gezdiriyordum. Aradan iki üç
dakika henüz
geçmemişti
ki odanın
kapısına yumruk inmeye başladı. (Ne oluyoruz? diye kapıyı
açtım.
Bir de baktım ki otelcinin karısı hiddetinden ateş
kesilmiş, bana alabildiğine
söğüyordu.
Karı
benim ne barbarlığımı,
ne saygısızlığımı,
ne ahlâksızlığımı,
hülâsa
hiç
tutar bir yerimi bırakmadı. Meğer o gece hıristiyanların eizzesinden, yani velilerinden
birisinin gecesi imiş. Geceyi o veliye hürmeten ibadetle geçirmek icab edermiş!
Piyano çalmak
maazallah küfür derecesinde günahmış! Artık
karıya
memleketin acemisi olduğumu, bu hatanın benden kasdım olmaksızın sadır
olduğunu anlatıncaya
kadar akla karayı
seçtim.
-
Ey
camaati müslimin! Bizim diyarda cuma
namazı kılınırken tavla şakırtıları,
sarhoş nareleri duyulduğu
nadir vakalardan değildir, zannederim.
Görüyorsunuz,
herifler dinlerine nasıl sarılmışlar, asabiyeti diniye meselesinde ne
kadar ileri gitmişler! Bu da sebepsiz değil.
Çünkü
onların doğar
doğmaz beşikte, bir az büyüyünce eşikte dini, millî telkinat ile kulakları dolar. Yabancılara karşı husumet, adavet hisleri her fırsattan
bilistifade kendilerine verilir. Kendi cinslerinden, kendi dinlerinden, kendi
renklerinden olmayan mahlûkatı beşeriyenin insan sayılamıyacağı,
bunların
kafalarına
iyice yerleştirilir. O sebepten bunların, bir şarklıyı, hele bir müslümanı sevmesine imkân
yoktur. Ressamları, meydana getirdikleri türlü türlü resimlerle, şairleri
şiirlerle, hikâyecileri gayet meharetle yazılmış romanlarla, siyasileri gazetelerle hep
onların bu
hislerini canlandırır dururlar.
★ ★ ★
Anlıyorsunuz
ya, biz nasıl yetişiyoruz, onlar nasıl yetiştiriliyor? Bu heriflere karşı
olan duygumuzu hiç
bir vakit onların
ilimlerine, san'atlarına
sıçratmamalıyız. Çünkü medeniyetin bu kısımlarında onlara uymazsak yaşamamıza, milletimizi yaşatmamıza imkân
yok.
Biz
müslümanlar bin tarihinden itibaren çalışmayı
bırakdık.
Atâlete,
ahlâksızlığa döküldük.
Avrupalılar
ise gözlerini
açtılar, alabildiğine
terakki ettiler. Görüyorsunuz ki denizlerin dibinde gemi yüzdürüyorlar. Havalarda ordular dolaştırıyorlar.
Madem ki vatanın müdafaası farzı ayındır, bu farzın mütevakkıf olduğa
esbabı elde
etmek farzdır;
O halde onların
kuvvet namına
neleri varsa hepsini elde etmek için
çalışmak hepimize farzı ayndır.
Ne hacet! (Ve eiddu lehum mesteta’tum
min kuvvetin = Düşmanlara karşı
ne kadar kuvvet tedarik etmeye, hazırlamaya imkân bulursanız derhal
hazırlayınız) emri İlâhisi
sarihdir. Şüpheye, düşünmeye, taşınmaya mahal yoktur. O halde ne yapacağız?
Aramıza
sokulan fitneleri, fesadları,
fırkacılıkları,
komitecilikleri, daha bin türlü ayrılık gayrılık sebeplerini ebediyen çiğneyerek
el ele, baş başa vereceğiz. Birden çalışacağız. Çünkü bugün
dünyanın,
dünyadaki hayatın tarzı
büsbütün değişmiş. Yalnız
başına çalışmakla
bir şey yapamazsın. Toplar, tüfekler zırhlılar, şimendiferler, limanlar, yollar,
tayyareler, vapurlar, elhasıl düşmanları
bize üstün çıkaran,
yarım
milyar müslümanın
bir kaç
milyon frenge esir olmasını temin eden esbab ve vesait ancak
cemiyetler, şirketler tarafından meydana getirilebilir. Demek, müslümanlar
Allah’ın,
Kitabullah’ın, Resulullah’ın emrettiği, tavsib ettiği
vahdete, birliğe, cemaate sarılmadıkça âhiretlerini
olduğu gibi dünyalarını
da kurtaramazlar. Her şeyden evvel vahdet, cemaat, teavün. Bir kere bunu elde edelim, alt tarafı Allah’ın
inayetiYle kolaylaşır.
Bununla
beraber icabında Avrupalılarla birleşebiliriz Ancak bu birleşmek
bize hiç
bir vakit onların
iç yüzünü
unutturmamalıdır. Yani vatanımızın, dinimizin menfaati, ticaretimizin,
servetimizin, refahımızın
terakkisi namına
icab ederse, mümkün olursa mütekabil,
müşterek
menfaatler üzerine bunlarla çekişe çekişe
pazarlık
ederek ittifak ederiz. Ancak bu pazarlıklarda
son derecede açık
gözlü
bulunmamız
lâzım
gelir.
★ ★ ★
Biz
müslümanlar ise maalesef gerek içimizdeki, gerek dışımızdaki yabancıların
sözüne
kanıyoruz
da birbirimize itimad etmiyoruz. Onlardan giydiğimiz külahı kendi dindaşlarımıza,
kendi kardeşlerimize giydirmek için uğraşıyoruz. Cenabı hak (innemel mu’minune ihvetun) "Müminler, birbirlerinin kardeşinden
başka bir şey değildir" buyuruyorken yazıklar olsun ki biz, o kardeşlikten
çok uzakta bulunuyoruz. Ancak ayda, âlemde bir kere camiye geliyoruz. Huzuru İlâhide birleşiyoruz. Fakat namazı bitirip papuçlarımızı
koltuklayarak dışarıya
fırlayınca
birbirimize karşı derhal ya hasım, yahut hiç olmazsa bigâne kesiliyoruz. Âyatı kerime var,
namütenahi ehadisi şerife var. Bunlara göre: müslümanlardan biri diğer
dindaşlarını kendi öz
kardeşi bilmedikçe,
onların
meserretiyle mesrur, musibetiyle, matemde mahzun olmadıkça
tam müslüman olamaz. İmanın kemali camaati müslimine
sımsıkı sarılmakla kaimdir. "Müslümanların derdini, kendine dert etmeyen
müslüman değildir." buyuran resuli hakim
(Sallallahü
Aleyhi vesellem efendimiz hazretleri) diğer bir hadisi şeriflerinde
buyuruyor ki: "Dünyanın öbür ucundaki bir müslümanın ayağına bir diken batacak olsa ben onun
acısını kendimde duyarım. Bütün müslümanlar bir araya gelerek tek bir vücudu
meydana getiren muhtelif uzuvlara benzerler, insanın bir uzvuna bir hastalık,
bir acı isabet etse diğer uzuvların
kâffesi o hasta uzvun elemine ortak
oldukları gibi bir müslümanın da diğer dindaşlarının acısına, musibetine, matemine kabil değil
bigâne
kalamaz. Kalabiliyorsa demek ki müslüman değil."
"El
mu’minu lil mu’mini kel bunyani yeşuddü
"ba’duhu
ba’dan"
"Bir müminin
diğer mümine
karşı vaziyeti yekpare bir duvarı vücude
getiren perçinleşmiş kayaların
birbirine karşı aldığı vaziyet gibidir. Öyle olacaktır. Öyle
olmalıdır." Hadisi şerifini
elbette işitmişinizdir. Ashabi kiram hazeratı arasındaki
vahdet, muhabbet, teavün
cümlenizin malumudur. Bu din uluları, bu
Allahın en sevgili kulları huzuru İlâhiye
cemaatle durdukları
zaman saflar adeta ─maruf tabir veçhile─ sabun kalıbı halini alırdı. Birbirlerile okadar ittisal hasıl ederlerdi ki üzerlerindeki libaslar daima omuz başlarından eskirdi. O muazzam saflar, müselsel
yekpare bir dağ gibi kıyam
eder, öyle rükûa
varır, öyle secdeye kapanırdı.
Vahdetin, namazdaki bu tezahürü namaz haricinde de böylece devam eder giderdi. O sayededir ki İslâm, Aleyissalâtü
Vesselâm
efendimizin risaleti celilelerinden itibaren yirmi otuz sene zarfında dünyayı
kuşatmıştı.
Hadis
kitaplarını, siyer kitaplarını, tarihi İslâm
sayfalarını gözden
geçirince
ashabı
kiram arasındaki
birliğe hayran olmamak elden gelmiyor. "Eşiddau
alel kuffari rulhemau beynekum"[3] vasfı
ilâhisiyle
tasvir buyurulan o kahraman fitretler "hakikat birbirleri hakkında ne
kadar merhametli, ne derecelerde rikkatli idiler, düşmanlarına karşı ise.nasıl
şedid idiler! (ezilleten a-lel mu’minin, azitten alel kâfirin = müminlere
karşı, mutavazı,
halim, selim, şefik, rahim, kâfirlere karşı
ise vakur, metin, mekin, şedid) olmak İslâmın
hususiyetlerindendir. Yazıklar
olsun, biz bu hususiyetlerden, bu meziyetlerden, büyüklüklerden mahrum olduk. Dinimizden
olmayanlara karşı yapmadığımız
müdahene, göstermediğimiz
nezaket kalmıyor. Birbirimizi ise bir kaşık suda boğmak istiyoruz. Cesaretimiz, kabadayılığımız,
asıcılığımız,
kesiciliğimiz hep kendi aramızda. (Be’suhum
beyneihum şedidun, tahsebuhum cemian ve kulubuhum
setta) = kendi kendilerine karşı oldu mu hücumları dehşetlidir. Zahir hallerine baksan toplu bir
cemaat zannedersin. Halbuki hepsinin yüreği başka başka hislerle çarpıyor,
mealindeki âyeti
celile, ki münafıklar vasfındadır, bugün
tamamile bizim halimizi gösterir
oldu. (Bundan ne kadar sıkılmamız
icab eder, artık onu siz takdir ediniz.)
★ ★ ★
Ey
camaati müslimin! Kuranı kerim tilâvet
ederken bir çok yerlerinde sünnet lafzi celiline tesadüf edersiniz, evet meselâ
(Sünnetellahi-lleti kad halet fi ibadiih — Sûnnetellahi fillezine halev min
kabl — ve len tecide İisunmeti-llahi tahvila — sünnete men kad
erseîena) gibi daha bir çok âyatı. kerimede hep bu sünnet kelimesini okursunuz.
Kitabullah’daki sünnet, Resulallah’ın sünneti değildir. Peygamberimizin sünneti cümlemizin
malûmu,
Kuran’ın sünneti ise Cenabı Hakk’ın
ezelî ve
ebedî olan kanunu demektir. Evet, Allahu zülcelâlin bu âlem hakkında cari bir
çok kanunları var. Cemadatta, nebatatta, hayvanatta, yıldızlarda, aylarda, güneşlerde,
dağlarda, denizlerde, yerlerde, göklerde, elhasıl bizim bildiğimiz,
bilmediğimiz, ne kadar mahlûkat varsa bunların
hepsinde ayrı ayrı kanunlar caridir. Bu kanunlar vaz’ı İlâhî
olduğu için
insanların
tertib ettikleri kanunlar gibi ömürsüz
değildir. Ta ezelde meşiyyeti
İlâhi
muktezasınca
ibda olunan bu hükümlerin, bu kanunların hiç
bir maddesi, hatta hiç bir kelimesi, hiç bir noktası değişmez.
Bunun böyle
olduğunu Kitabullah' da bize sarahaten
bildiriyor. Şimdi diğer mahlûkatta,
diğer âlemlerde
hâkim olan sünneti
İlâhiyi,
yani Cenabı
Hakk’ın
ezelî ve
ebedî
kanunlarını bir tarafa bırakalım
da yalnız insan kümeleri, beşer yığınları
demek olan milletler, ümmetler
üzerinde hüküm süren
kanunu İlâhiyi
tetkik edelim; evet milletlerde cari olan bu kanunun mahiyetini biz müslümanlar
doğrudan doğruya Cenabı
Hak’tan, yani onun bize gönderdiği
kitabı
hakiminden öğreniyoruz: Ümmeti islâmiyenin
dünyada, ukbada felahını,
necatını, saadetini, refahını,
sâmânını
temin eden emirler yok mu, işte onların
her biri Allah’ın
bir sünneti,
yani bir kanunudur, (vela teferreku) tefrikadan, ayrılık
gayrılık hislerinden uzak olunuz, (vela tenazeu)
— ey müslümarilar birbirinize girmeyiniz, sonra kalplerinize meskenet, cebanet,
aciz, fütur çöker de devletiniz, saltanatınız, şevketiniz, kudretiniz, kuvvetiniz, hepsi
elinizden gider (vasbiru sebatdan, azimden katiyyen ayrılmayınız. İşte bunlar gibi bir çok öğütler, bir çok
emirler var ki milleti yaşatmak, dini yaşatmak
istersek bunların
muktezasına
tevfiki hareket etmekliğimiz zaruridir. Demek, milletlerin hayatı, bekası,
istiklâli,
selâmeti
için, aralarında
vahdet hükümferma olması lüzumu bir kanunu İlâhi imiş!
★ ★ ★
Ey
camaati müslimin! Milletler topla,
tüfekle, zırhlı ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor, ve yıkılmaz. Milletler
ancak aralarındaki rabıtalar çözülerek herkes kendi başının derdine, kendi havasına, kendi menfaatini temin etmek
sevdasına düştüğü zaman yıkılır.
Atalarımızın
"kale içinden
alınır" sözü kadar büyük söz
söylenmemiştir. Evet, dünyada bu kadar sağlam,
bu kadar “şaşmaz" bir düstur yoktur. İslam
tarihini şöyle bir gözümüzden
geçirecek
olursak cenupta, şarkta, şimalde, garpta yetişen
ne kadar, müslüman hükümetleri varsa hepsinin tefrika yüzünden,
aralarında
hadis olan fitneler, fesadlar, nifaklar, şikaklar yüzünden istiklâllerine veda ettiklerini, başka
milletlerin esareti altına
girdiklerini görürüz.
Emeviler, Abbasiler, Fatımiler, Endülüslüler, Gazneviler, Moğollar,
Selçukiler,
Mağribiler, İraniler, Faslılar, Tunuslular, Cezayirliler.... hep bu
ayrılık gayrılık hislerine kapıldıkları için
saltanatlarını kaybettiler. Biz Türkiye müslümanları
dünyanın
üç büyük kıt’asına hakimdik. Koca Akdeniz, koca
Karadeniz hükmümüz altında bulunan cesîm cesîm memleketlerin ortasında birer
göl gibi kalmıştı.
Ordularımız Viyana önlerinde
gezerdi. Donanmalarımız Hind okyanuslarında yüzerdi.
Müslümanlık rabıtası ırkı, iklimi, llisanı, âdatı,
ahlâkı büsbütün başka olan bir çok milletleri yekdiğerine
sımsıkı bağlamıştı.
Boşnak İslavlığını,
Arnavut Lâtinliğini,
Pomak Bulgarlığını....
elhasıl her
kavim kendi kavmiyetini bir tarafa atarak İslâm
camiası
etrafında
toplanmış, kelimetullahı iylâ
için canını, kanını, bütün varını güle güle, koşa koşa feda etmişti.
Fakat sonraları
aramıza
Avrupalılar
tarafından
türlü
türlü
şekiller, türlü türlü isimler altında ekilen fitne, tefrika, fesad tohumları bizim haberimiz bile olmadan filizlenmeğe,
dallanmağa, budaklanmağa
başladı.
O demin söylediğim
rabıta
gevşedi. Artık
eski kuvveti, eski tesiri kalmadı.
Kalemizin içinden
sarsılmaya
yüz tuttuğunu gören
düşmanlar
kendi aralarında
birleşerek, yani biz müslümanların memur olduğumuz
vahdeti onlar vücude
getirerek birer hücumda yurdumuzun birer büyük parçasını elimizden alıverdiler.
Bugün bizi Asyanın bir ufak parçasında bile yaşayamayacak hale getirdiler.
Size
bir vak’a anlatayım: Mısrı Ülyada dolaşıyordum. Orada aklı başında bir müslümanla görüştüm. Bahsimiz kiyasete intikal etti. Dedim
ki:
— Şaşıyorum. Onbeş
milyonluk koca Mısır’da yabancı asker olarak az kuvvet gördüm.
Nasıl
oluyor da bu kadarcık
kuvvetle koca bir iklim muhafaza edilebiliyor?
Bu
sualim üzerine o zat dedi ki:
— O yabancı devletin ricalinden biriyle samimi
görüştüm.
Sizin aklınıza, geleni ben de düşünmüş
de, demiştim ki:
— Günün, yahut senenin birinde meselâ Osmanlı
hükümeti kırk elli bin kişilik bir ordu hazırlayarak Mısır’a
sevk edecek olursa siz ne yaparsınız?
— Hiç bir şey yapmayız.
Müdafaa imkânı olmadığı için
Mısırlarını
kendilerine teslim eder çıkarız. Yalnız
şurasını iyi biliniz ki biz hiç bir zaman Osmanlılar’ın
Mısır’a
kırkbin kişi değil, kırk
kişi sevk edebilecek derecede yakalarını,
paçalarını
toplamalarına meydan bırakmayız. Memleketlerinde bitmez tükenmez meseleler
çıkarırız. Onlar birbirleriyle uğraşmaktan göz
açamazlar ki, bir kere olsun Mısır’a
dönüp
bakmağa vakit bulabilsinler.
Ey
camaati müslimin! Gözünüzü açınız, ibret alınız. Bizim hani senelerden beri
kanımızı, iliğimizi kurutan dahilî meseleler yok mu, Havran meselesi, Yemen
meselesi, Şam meselesi, Arnavutluk meselesi, bilmem
ne meselesi... Bunların
hepsi düşman parmağiyle çıkarılmış meselelerdir. Onlar öyle olduğu gibi bugünkü Adapazarı,
Düzce, Yozgat, Bozkır, Biga, Gönen, Konya
isyanları da hep o mel'un düşmanların
işidir. Artık
kime hizmet ettiğimizi, kimin hesabına birbirimizin gırtlağına sarıldığımızı
anlamak zamanı
zannediyorum ki gelmiştir. Allah rızası
için olsun aklımızı başımıza
toplayalım. Çünkü böyle düşman hesabına
çalışarak elimizde kalan şu
bir avuç
toprağı da verecek olursak, çekilip gitmek için arka tarafta bir karış
yerimiz yoktur. Şimdiye kadar düşmana
kaptırdığımız koca koca memleketlerin halkı hicret edecek yer bulabilmişlerdi.
Neuzübiliah biz öyle bir akıbete mahkûm olursak başımızı
sokacak bir delik bulamayız.
SEVR
MUAHEDESİ
Zaten
düşmanlarımızın
tertib ettikleri sulh şartları
bizim için
dünya yüzünde hayat hakkı, hayat imkânı
bırakmıyor.
Bu sefer Anadolu'nun bir hayli kısmını yeniden dolaştım, halkın
fikrini yokladım...
Baktım ki
zavallıların bir şeyden haberi yok. Vakıa nisbetle havas geçinen takım,
bu şartların
pek ağır olduğunu biliyor, lâkin ilimleri son derecede icmalî. Avam ise hiç bir şeyden haberdar değil.
Zannediyorlar ki memleketin kenarları, yani Hicaz gibi, Bağdad
gibi, bir iki yer elimizden çıkmakla
iş olup bitecek; Rumeli, İstanbul,
Anadolu Suriye yine bizde kalacak, artık
çiftçi
çiftiyle çubuğuyla;
esnaf san'atiyle, dükkâniyle; ülema
medresesiyle, mektebiyle; tüccar
alışiyle, verişiyle meşgul olacak! Heyhat! Düşmanlarımız
bizi ne hale getirmek için
geceli gündüzlü
çalışıyorlar, biz ise halâ ne gibi hülyalarla
kendimizi avutuyoruz!... Allah rızası için
olsun, şu muahedenamenin bizim hakkımızdaki
maddelerini okuyunuz. Okumak bilmiyorsanız birisine okutunuz da dinleyiniz.
Maazallah
onu kabul ettiğimiz gün
acaba nemiz kalıyor?
Bir kere Rumeli’de hiç
bir alâkamız kalmıyor.
Çatalca istihkâmatı
da dahil olduğu halde, denizin öbür
yakasındaki
memleketler kâmilen
gidiyor. Halife diye İstanbul'da bir şeyler
bırakılıyor. Lâkin
kendisine yalnız
─tıpkı Roma'daki Papa gibi─
yediyüz
asker bulundurmak hakkı
veriliyor. Vakıa
müslümanlar
İstanbul'dan bu sefer koğulmuyor.
Fakat Yunanlılar
Çatalca istihkâmatına
sahip olacakları
için tabiidir ki, Çekmece civarında
istedikleri kadar asker yığarlar, Avrupa'da bir karışıklık zuhur ettiği
gibi İstanbul'u alıverirler.
Şimdi bir sual varid olacak;
—
Neden İngilizler İstanbul'u doğrudan
doğruya kendisine almasın da Yunanlılar’a versin?
İngilizlerin bu kadar büyümesi,
müttefiklerinin işine gelmiyor. Binaenaleyh payitahtımızı da alacak olursa araları büsbütün
açılacak. Ancak hem Rumeli’yi, hem Aydın vilâyetini
elinde tutabilmek için
Yunanlılar
kuvvetli bir donanmaya muhtaçtır.
Bunu ise çaresiz
İngilizlerden tedarik edecek. Anlaşıldı ya, İstanbul'un Yunan elinde bulunması demek, daima donanmasına muhtaç
olduğu İngilizlerin elinde bulunmak demektir. Rumeli’nin,
İstanbul'un, Aydın vilâyetinin
yunanlılar
elinde bulunması
ne demektir, biliyor musunuz? Oralarda tek bir Türk müslüman kalmaması
demektir. Vaktiyle eski Yunanistan’la Mora’daki halkın yarısı rum ise yarısı da
müslümandı. Bugün o havalide tek bir dindaşımız
kalmamıştır.
Bu müsalaha
mucibince verilecek memleketlerde de bir müddet
sonra ayni hal zuhura gelecektir. Evet, müslüman ahali katliam ile
korkutulacak, hicrete mecbur edilecektir.
★ ★ ★
Bu
muahedenin takib ettiği maksat şudur: Düşmanlar, bizden mümkün
olduğu kadar fazla adam öldürtmek,
kendisinden son derecede az insan harc etmek istiyorlar. O sebepten, bir
taraftan rum, ermeni çeteleri teşkil edecek; bunlara para, silâh dağıtarak, Türkler
arasında
katliam yaptıracak.
Diğer taraftan da müslümanlar,
Türkler arasından
para ile, yahut iğfal ile adamlar bularak, bizi birbirimize
doğratacaktır;
ki bu zaten olup duruyor. İşte düşmanın,
Anadolu'nun iç
taraflarında
çıkarttığı isyanları
bastırmak
için biz İzmir, Balıkesir
cephelerindeki kuvvetimizi azaltmağa mecbur olduk da Yunanlılar burnumuzun dibine kadar sokuldular.
★ ★ ★
Neuzübillah
muahedeyi kabule mecbur olduk mu, Anadolu’da asker besleyemiyeceğiz.
Yalnız bir
miktar jandarma kuvveti bulundurabileceğiz. Bu jandarmalar içinde külliyetli
miktarda rum, ermeni, yahudi bulunacak. Zabitlerin yüzde onbeşi, ki tabiî
hep yüksek
rütbeliler olacaktır, ecnebiden gelecektir.
Anadolu mıntaka mıntaka ayrılıp her mıntaka bir ecnebi zabitin eline
verilecektir.
Meselâ
Karadeniz sevahili mıntakasındaki İngiliz zabiti bütün
inzibat kuvvetlerine kumanda edecek, o zaman istediği
gibi rum, ermeni çeteleri vücude getirerek müslümanların üzerine saldıracaktır.
Netekim bu usulü İngilizler Kars'da, Ardahan’da; Fransızlar
Adana'da, Maraş'da pek güzel
tatbik ettiler.
Bilirsiniz
ki Anadolu'nun iki mühim iskelesi vardır: Biri İstanbul, biri İzmir.
Elimizdeki üç buçuk şimendüfer
hattı bu
iki limanda nihayet buluyor. Şimdi İstanbul sözde
bize bırakılıyorsa
da oranın
idaresi, gümrükleri, vergileri, zabıtası
kâmilen başka ellerde, yani bizim dahil olmadığımız bir komisyonun elinde bulunuyor. Bu
komisyonda tabii düşmanlar hâkim
olduğundan bizim ihracatımıza,
ithâlâtımıza istediği gibi müşkülât çıkaracak.
Gümrük
tarifesini, şimendüfer
tarifesini, liman tarifesini ona göre
tertib ederek Anadolu’daki
Müslüman
tüccarı
tamamiyle iflâs ettirecek. Zaten mütarekeden beri İstanbul'daki
müslümanların ticaretine el altından hep böyle
güçlükler
çıkarılmıştır. Bundan maksat ise müslümanları
fakir, sefil bırakmaktır.
★ ★ ★
Bu
muahede mücibince devletimizin bütçesi İngiliz, Fransız, İtalyan murahhaslarından mürekkep
bir komisyon tarafından tertib olunacaktır. Bu komisyonda bizden bir adam
bulunacaksa da rey sahibi olamayacaktır, yani düşman bu komisyonda istediğini
yaptıracaktır. O halde verdiğimiz
vergiler hep rumların,
ermenilerin menfaatine sarf olunacaktır.
Onların çocukları bizim paramızla mektepler açıp
okuyacaklar, adam olacaklar. Sanatı, ticareti, ziraatı kâmiîen ellerine
alacaklar. Bizden yalnız ırgad yetişebilecek.
★ ★ ★
Gelelim
uhud meselesine: Ey camaati müsiimin!
Frenkce
bir kelime var: Kapitülasyon! Manası: bizim bilerek bilmiyerek, keyfî yahut
iztirari, ecnebilere verdiğimiz eski imtiyazlardır. Bunların
bir kısmı adliyeye aittir. Meselâ içimizde
yaşayan ecnebi tab’asından
biri ne yaparsa yapsın
hükümetimiz
tarafından
tevkif olunamaz. Caniyi yakalamak için
mutlaka mensup olduğu sefaretin adamı hazır
olmalı.
Tevkif
olunduktan sonra sefaretine teslim edilmeli. Binaenaleyh ecnebiler bu
muharebeden evvel bizim içimizde ali-kıran kesilmişti.
Adam döverler,
adam vururlar, adam öldürürler,
ötekinin berikinin emlâk ve arazisini
gasbederler. Bütün yaptıkları yanlarına kalırdı. Biz bu imtiyazları harbin
bidayetinde kaldırmıştık.
Şimdi sulh şeraitini kabul ettiğimiz
gibi bunlar yine avdet edecek. Hem nasıl
avdet edecek, biliyor musunuz? Avrupa devletleri tebasına münhasır olan o imtiyazlar şimdi
rumlara, ermenilere, yahudilere verilecek.
Artık
bunun ne demek olduğunu matuhlar bile anlar.
Gelelim
bu imtiyazların iktisadı kısmına: Ecnebi tab’ası temettü, belediye ve saire
gibi vergilerden müstesnadırlar. Şimdi, rumlar, yahudiler, ermeniler de
müstesna olacaktır. Açıkçası bütün parayı müslümanlar verecekler, bütün parsayı
içimizdeki gayrı müslimler toplayacak!
★ ★ ★
Ya
gümrükler meselesi... O da bir âfet! Biz başka memleketler gibi gümrüklerimize
sahip değiliz. Memleketimize sokulan eşyadan
istediğimiz gümrüğü
alamayız.
Halkımızın
fakir düşmesine en birinci sebep budur. Bunu bir
az izah edelim. Evvelâ
ziraatimizi ele alalım.
Rusya gibi, Romanya gibi, Amerika gibi toprağı zengin memleketlerde ekin pek ucuza mal
oluyor. Heriflerin vapurları, şimendüferleri
de çok
olduğundan dünyanın her tarafına kolaylıkla
arpa, buğday gönderiyorlar.
Binaenaleyh bu memleketler İstanbul piyasasına döktükleri ekini bizden, yani Anadolu'dan daha
ucuza mal edebilirler. Bizim çiftçilerimiz ise malını İzmir,
İstanbul gibi büyük
şehirlerde kurtarabilecek para ile
satamayacağından hem ekemez, hem fakir düşer.
Buna karşı ne çare
olabilir? Evet, çare
hariçten
gelecek ekin ve sair yiyecek şeylere öyle
bir gümrük koymaktır
ki, bu gümrüğü
verecek ecnebi tüccar piyasada malını Anadolu'dan gidecek maldan daha pahalıya
satmak mecburiyetinde kalsın. İşte Fransa gibi, Almanya gibi toprağı
çok zengin olmayan hükümetler
kendi köylülerini hep bu usul sayesinde kurtarabilmiştir.
Bizde ise bu çareye
müracaat kabil olamayacağından
muahedeyi kabul ettiğimiz gibi çiftçimiz bitecektir...
Gelelim
sanayie: Bilirsiniz ki memleketimizde bir çok ham eşya
yetişir: Keten, kenevir, pamuk, yün, tiftik, deri. Sonra türlü
türlü
madenler. Biz bunlardan istifade edemiyoruz. Meselâ bir dokuma fabrikası, yahut
demir fabrikası açmaya kalkışsak, Avrupa'nın, Amerika’nın fabrikalariyle başa
çıkamayız.
O halde ne yapmalıyız? Bizim sanayiimiz de onların sanayi derecesini buluncaya kadar hariçten gelecek mamulat üzerine münasip
bir gümrük koyabilmeliyiz. Koyamadığımız
gibi hiç
bir müessesemiz,
hiç bir
fabrikamız
bir sene bile yaşayamaz. Bilirsiniz ki kendimize mahsus
tezgâhlarımız,
bezlerimiz vardır.
Bunlar memleketimizin her tarafında
satılıyordu. Ahalimize de bir çok menfaat temin ediyordu. Halbuki ecnebi
fabrikalariyle rekabet edemediğinden dolayı ezildi gitti. Şu
halde halkımız ziraatini, sanayiini ileri götüremez,
ticaretini de gayri müslimlerin
vergi vermemesi yüzünden başa çıkaramazsa
tabiidir ki sefil olur, perişan olur. Haydutluktan başka
yapacak bir iş bulamaz.
★ ★ ★
Şimdi bir mühim
mesele var. Onu tetkik edelim: "Neden düşmanlar bizim mahvımızı temin için
bu kadar uğraşıyorlar?"
Evet,
bunlar harbi umuminin bidayetinde "biz bütün milletlerin istiklâli için
harbediyoruz!" tekerlemesini muttasıl tekrar edip durdukları için
mahkûmiyetleri altında bulunan yüz milyon müslümana da istiklâl sevdası geldi.
Mısır'da, Hind’de birbiri ardınca isyanlar başladı.
Vakıa
onlar bu isyanları
kendilerine mahsus olan müthiş
bir vahşetle bastırdı. Lâkin
bunların bir
daha baş kaldıramamaları için
dünyada hiç
bir müslüman memleketin müstakil kalmaması lâzımdı.
Mütarekeden sonra ise müstakil olarak iki müslüman hükümet kalmıştı ki biri bizdik. Diğeri
de İran idi. Biliyorsunuz ki İran
hükümeti
İslâmiyesinin
icabına
baktılar.
Himayelerini lânet
halkası gibi
acemlerin boynuna geçirdiler.
O halde yalnız
biz kaldık.
Ey
camaati müslimin!
Biz
ise asırlardan beri âlemi İslâmın başında olarak ehli salible çarpışıyoruz. Dünyanın bütün müslümanları
selâmetlerini,
necatlarını, yıllardan
beri müştak oldukları istiklâllerini
kurtarmak için
bizden örnek
alıyorlar.
"Yüzlerce
milyon müslümana nisbetle bizim bir avuç mesabesinde olan halkımızın ne
ehemmiyeti vardır?" demeyiniz.
İyi biliniz ki bu bir avuç halkın
bütün
âlemi İslâmda
pek büyük mevkii, pek büyük
itibarı vardır.
Bütün
müslümanlar bilirler ki maazallah Türk milletinin devrilmesi bütün cihanı imanı
sarsacaktır. Bütün müslüman yurtlarını en müthiş zelzelelere tutulmuş
gibi hasara uğratacaktır.
Mütarekeyi
müteakip Mısır'da, Hind'de hatta daha dün elimizde iken bugün işgal
altında
bulunan Irak’da,
Suriye’de
zuhur eden ihtilâller,
isyanlar, kıyamlar
gösteriyor ki, biz Türkiye müslümanları
öyle âlemi İslâmın ve dolayısiyle
düşmanlarımızın lâkayıt kalabileceği
bir küme değiliz.
O sebepten düşmanlar bizi büsbütün mahvetmeye ne kadar çalışsalar kendi menfaatleri namına o kadar haklıdırlar.
Ama diyeceksiniz ki:
— Bugün bütün dünyaya hâkim olan düşman
satveti karşısında
bizim ne ehemmiyetimiz olur ki herifler senin dediğin
gibi bizim günün birinde büyüyeceğimizden
korksunlar da bu kadar ihtiyatlara lüzum
görsünler?
Yanılıyorsunuz.
İş öyle
değil. Avrupalılar yalnız
bugünü, bugünkü hadisatı seyretmekle kalmazlar. Onlar yarını, gelecek seneyi,
hatta gelecek asrı, hatta bir kaç asır sonrasını tahmin etmek, hesab etmek
isterler. Heriflerin siyaseti müthiştir. İşte o müthiş
siyaset sayesinde kendileri ne oldular, bizi ne hale getirdiler; görüyorsunuz.
Binaenaleyh velev bir kaç vilâyetten ibaret bir Anadolu hükümetinin kalmasına
bile kendi ihtiyarlariyle, yani muztar kalmadıkça, kabil değil,
razı
olamazlar.
— Pek âlâ! Ne yapabilirsiniz? Uzun zamanlardan
beri devam eden dahilî, haricî muharebeler, bilhassa Balkan muharebesiyle şu
harbi umumî,
bizde can bırakmadı, kan bırakmadı, para bırakmadı, hiç
bir şey bırakmadı. Düşman ise bu kadar kuvvetli. Şeraiti
sulhiyeyi çar
naçar kabul
edeceğiz. Bu tıpkı silâhsız bir adamın
dağ başında müsellah haydutlar tarafından kuşatılmasına
benzer. İster istemez eşkıyanın
emrine boyun eğecek...
Pek
doğru! Yalnız
iki nokta var. Bir kere o müsellah
haydutlar ortalarına
aldıkları biçareden
parasını isteseler, üzerindeki elbisesini isteseler, ayağındaki
pabucunu, başındaki külâhını isteseler biz de vermesini tasvib
ederdik. Lâkin
bununla kanaat etmiyorlar ki. Biçare
herifin kollarını, bacaklarını kestikten sonra:
—
Boynunu uzat! Kafanı devir! diyorlar. Madem ki teklif bu kadar ağırdır. Artık
bunu hiç kimse kabul edemez, ister istemez dişiyle, tırnağiyle
uğaşır, çabalar,
nefsini imkânın son derecesine kadar müdafaaya bakar.
Ey
camaati müslimin! İşte
bugün
bizden istedikleri, ne filân
vilâyet,
ne filân
sancaktır,
doğrudan doğruya başımızdır, boynumuzdur, hayatımızdır, varlığımızdır,
devletimizdir, dinimizdir, imanımızdır.
★ ★ ★
Bir
de o müsellah olduğunu kabul ettiğimiz
haydutların
başları
pek boş değil. Korktukları tehlikeler var. Biz zaruri olan müdafaai hayat vazifesinde biraz daha sebat
edecek olursak emin olunuz ki cehennem olup gidecekler. Galiba maksat anlaşılmadı. Biraz izah edelim.
Kuvvetlerinin,
kudretlerinin pek büyük olduğunu bildiğimiz düşmanlarımızın
önünde
bugün iki
müthiş tehlike var: Biri onların kendi ta’biri
veçhile İslâm tehlikesi, diğeri
komünistlik
tehlikesi! İslâm
tehlikesini herifler çoktan
beri hesaba almışlardı
da ona göre
ellerinden gelen tedbiri tatbikten geri durmamışlardı.
Lâkin altı
yedi seneden beri devam eden bu harp bir çok
hesapları
alt üst
etti. Bir çok
tahminler yanlış çıktı. Bugün
düşmanlar
artık müstemlekelerindeki insanlardan eskisi gibi
emin olamıyorlar. Beşeriyetin gözü açıldı. Mahkûm
milletler kendilerinin hakim milletler elinde ne büyük
bir kuvvet olduğunu bu sefer gözleriyle gördüler. Kanlarını,
canlarını kimlerin hesabına döktüklerini anladılar. Harbin her türlü
safahatında
bulundular. Hücum
nedir, müdafaa nasıl olur? En son icad olunmuş silâhlar,
bombalar nasıl
kullanılır? Hepsini bilfiil öğrendiler.
Hele tahakkümleri,
esaretleri altında
yaşadıkları Avrupalıların kendilerini harbe sürüklerken
verdikleri vaadlerin hiç
birinin aslı
faslı
olmadığına, bu gidişle
kıyamete kadar kendileri için hürriyet,
refah, rahat yüzü görmek
nasip olamıyacağına
iyice yakin hasıl
ettiler. Bugün
cihan eski cihan değil. Hele Asya hiç o bildiğimiz halde bulunmayor. Bilumum şarkta,
bilhassa müslümanlarda büyük bir intibah, bir uyanıklık mevcut.
Asya’nın şimal kısmında yaşayan dindaşlarımız kâmilen
denilecek derecede müsellah,
mütebakisi de bir taraftan silahlanıyor, fikirler gittikçe değişiyor. İstiklâl
sevdaları
her yerde uyanıyor.
İşte bütün bu hareketler İslâm tehlikesi namı altında toplanarak düşmanlarımızı titretiyor.
İkinci tehlikeye gelince: Komünistlik denilen bu hareket Avrupa'nın doğrudan doğruya kalbine çevrilmiş bir silâhtır. Senelerden beri sosyalistlik namı altında
için için
kaynayarak Avrupa hükümetlerini ürkütüp duran bu hareket bugün
artık yanar dağlar gibi alevler saçmaya başladı.
Bu yangının kıvılcımları Paris, Londra, Roma ufuklarına dağılır,
oralarda yer yer yangınlar
çıkarır
oldu. Çünkü hükümetleri ne kadar uğraşsa,
ne kadar çabalasa
buna karşı gelemiyor. Zaten böyle bir yangın için
Avrupa'nın her tarafında istidad vardı, hazırlık vardı. Sermaye sahipleriyle
amele arasındaki gerginlik son senelerde, bilhassa bu muharebe esnasında son
dereceyi bulmuştu. Ruslar ön ayak olarak çarı,
çarlığı, asilzadelerin bitmez tükenmez
imtiyazlarını, servetlerini, sâmânlarını, hâk ile yeksan edince, Avrupa’daki
sosyalistler de ayaklanmaya azmetti. Bu adamlar diyor ki:
—
Bu harp, bu yedi seneden beri devam eden âfet kırk, elli milyon beşerin
doğrudan doğruya harp meydanlarında helâkine sebep
oldu. Bir o kadar insanı da bu sönen hayatların arkasından bikes, perişan
bir halde bıraktı, manevî
bir ölüme mahkûm
etti. Netice ne oldu? Bir ¡kaç zalim hükümet istibdadıını artırdı. Milyarlarca servet sahibi bir kaç muhtekirin hâzinelerini, kasalarını doldurdu. Fukara
tabakasının, işçi tabakasının sefaletini artık tahammül
edilmeyecek derecelere getirdi. Ahlâk
namına,
haya namına,
ırz namına,
haysiyet namına,
insaf namına
bir şey bırakmadı. Hepsini sildi süpürdü. Kimsenin kimseye emniyeti, itimadı
kalmadı. Âlemi beşeriyet her türlü
insanlık
duygularından
sıyrılarak
yırtıcı hayvanlar derekesine indi. O halde biz
kimin için
çarpışmış, hangi gayeye hizmet etmiş
olduk? Bununla beraber sulh şeraiti diye ortaya atılan hezeyannameleri bundan böyle
milletlere asla rahat huzur temin etmiyecektir. Bilâkis bunların aralarındaki
ihtilâfları, husumetleri, rekabetleri, kinleri, intikam hislerini büsbütün
körükleyecektir. Artık beşeriyet buna tahammül edemez. Artık sefil mahiyetleri bütün
çıplaklığı ile meydana çıkan bütün bu teşkilâtı, bütün bu müessesatı yıkmalı, yerine yenilerini koymalıdır...
İşte bunların
mülâhazaları aşağı yukarı
bu merkezdedir. Garbin ukalası,
hükeması
çoktan beri böyle bir akıbetin
zuhurunu bekliyorlardı.
Dışı
gözlere pek parlak görünen medeniyet-i hazıranın
içinden çürümeye yüz tuttuğunu, günün birinde palıdır
küldür
yıkılacağını söyleyip
duruyorlardı.
Benim bu kürsüden söyleyecek
bir sözüm varsa, o da garp medeniyeti dediğimiz
o rezil âlemin
bir an evvel hâk
ile yeksan olmasını temenniden ibarettir.
Ey
camaati müslimin! Sakın bu sözlerimden
benim ilim düşmanı,
maarif düşmanı,
terakki düşmanı
olduğuma zahip olmayınız.
Benim bütün insanlar hesabına bilhassa dindaşlarım namına
istediğim bir medeniyet varsa, o da her manasiyle
pek yüksek, namuslu, vekarlı bir medeniyettir, yani bir medeniyet-i fazıladır.
Garp medeniyeti maddiyattaki terakkisini maneviyyat sahasında kat’iyyen
gösteremedi. Bilakis o ciheti büsbütün ihmâl etti. Hayır ihmâl etmedi; bile
bile payımâl etti. Avrupalıların ne mal olduklarını anlayamayanlar zannederim
ki bu sefer artık gözlerde görerek hatalarını tashih etmişlerdir.
Avrupa
hükümetlerini titreten komünizm tehlikesi de budur. Bütün sömürgeci devletler,
bu tehlike karşısında
şaşırdılar
ve gittikçe,
şaşkınlıkları artacaktır...
★ ★ ★
Ah,
siz o sömürgeciler elinden zavallı Asya’nın neler çektiğini
biliyor musunuz? Sömürgeciler tarafından idare olunan hangi memleketin bir şehrine
gitseniz iki mahalle görürsünüz ki, biri sömürgecilere,
diğeri yerlilere aittir. Hiç bir yerli için
yabancıların cemiyetine girebilmek kabil değildir. Bir yerli temiz giyinmek istese,
vergi vermeye mecbur tutulur. Şimendiferlere binseniz görürsünüz
ki, yerliler için
ayrı
vagonlar vardır.
Hastahanelere gidiniz, ayrı
koğuşlar vardır.
Biçareler
o vagonlara binmeye, o koğuşlarda yatmaya mecburdur. Sömürgecilere:
—
Niçin bu biçarelere insan muamelesi etmiyorsunuz?
Diye
soranlara:
—
Maymunlar adam olur, bunlar adam olmaz cevabını verirler.
Bir
Sömürgeci, yerliyi istediği gibi döver;
cezâ
lâzım gelmez. Şayet öldürürse
pek hafif bir cezayı
nakdî ile
kurtulur. Yerlinin kazancının yüzde
tamam altmışı hükümet tarafından
alınarak
Sömürgecilerin
ihtiyaçlarına sarf olunur. Yerli nüfusun üçte
birinden fazlası
karnını doyurmaktan âcizdir. Bu sefalet gittikçe artıyor.
Bundan bir asır evvel hesab etmişlerdi: Seksen sene zarfında onsekiz milyon yerli açlıktan
ölmüş. Bu son asrın ilk onaltı senesi zarfında ise ayni sebepten helâk olanların
miktarı
yirmi milyonu bulmuş. Yetmiş sene evvel bir yerli, günde bizim para ile kırk para kazanırken,
bugün bu kazanç onbeş paraya inmiştir.
Bununla beraber zavallı
yerli sömürgeciden üç
kat fazla vergi verir. Peki, bu vergiler ne olur, bilir misiniz? Sömürgecilerin
hâzinelerine toplanıp müstemlekat
ahalisi arasında
nifak çıkarmaya, fesad çıkarmaya sarf edilir. Evet, son yüz sene zarfında
Asyanın bu ülkesi varidatından tamam yüz milyon İngiliz lirası müstemlekâtta sefer yapmak için harcolunmuştur.
Sömürgeciler
buradaki kumaş tezgâhlarını
yok etmek için
ustaların
baş parmaklarını kesmekten bile çekinmemişlerdir.
Bunlar yerli sanayii mahvetmek için
hiç bir
mel’anetten
geri durmazlar. Seksen milyon müslüman yerli için lise derecesi bir tek mektep var. Sömürgeciler
bu mektebe son derecede düşmandırlar.
Bir yerli en ufak silâhı
bile taşıyamaz. Büyücek çakı taşıyanlar şiddetli cezaya çarpılır. Mütarekeden
beri kasapların
bıçakları,
berberlerin usturaları
akşamları
polis karakollarına
teslim ediliyor.
Gelin
biraz da Afrika'ya geçelim. Cezayir’de, Tunus’da, Fas’da müslümanlara,
sömürgeciler tarafından hayvan muamelesi edilir. Oradaki hiristiyanlar,
yahudiler a’sar gibi, ağnam gibi vergilerin hiç birini vermezler. Müslümanlara
gelince, bizim zamanımızdan kalma vergilerin hepsini verdikten
başka, sömürgecilerin vazettikleri kapı, pencere vergilerini de verirler. Bunun
için biçare müslümanlar topraklarını, akarlarını, hayvanlarını muvazaa suretiyle
çok zaman hristiyanların, yahut yahudilerin üzerine çevirmeye mecbur olurlar.
Bu mecburiyet yüzünden külliyetli para verdikleri gibi ekseriya mallarını da
kaybederler. Sırf müslümanların vergisiyle yaşayan belediyelerde, hiç bir müslüman âzâ bulunamaz. Şayet
bulunursa rey sahibi olamaz. Gerek Cezayir’de,
gerek Tunus’da
kabilelerin müşterek mer’aları vardır.
Lâkin bu mer'alar muttasıl sömürgeciler tarafından bedava gasbedildiği
için biçare
müslümanlar
hayvanlarını geçindiremiyorlar.
Zarurî
olarak cenuba, yani çöle
doğru çekiliyorlar.
Sömürgeciler
Afrika'daki müstemlekelerine
kendi milletleri için
köy teşkil edecekleri zaman, arapların elindeki araziyi bedava alırlar.
Bununla kalmayarak, o yeni köye lâzım olan suyu civardaki müslüman köylerinden
getirip, müslümanları susuz bırakırlar. Bu suretle vücude getirilen her
hristiyan köyüne varidat bulmak için yine müslüman köylerine çullanırlar.
Onlardan alacakaları belediye rüsumiyle o hiristiyan köyünü refah içinde yaşatırlar. Bir sömürgeci,
müslüman
aleyhinde ikamei dava etmez. Çünkü lüzum
görmez. Onu isterse döğer,
isterse öldürür.
Ey
camaati müslimin! Zaman, zemin müsait olsa size sömürgeci adaletinden (!),
sömürgeci medeniyetinden,(!) bir çok parlak nümuneler daha gösterirdim. Mamafih
ibret alacaklar için bu kadarı da yetişir zannederim. İşte
sefaletlerinin derecesini kısaca
anlattığım o zavallı dindaşlarımızın, hiç
olmazsa düştükleri
felâkete
düşmemek
için artık
gözümüzü
açmalıyız. Düşmanımızın
bizi de onların
hâline getirmek için bugün
elinde iki vasıta
var. Ziyade yok, çünkü haddi zatında
gerek keyfiyet, gerek kemiyet itibariyle mühim
olan kuvvetlerini dağıtmıştır.
Bu
iki kuvvetin birincisi Yunan ordusu, İkincisi memleketimizde çıkaracağı, daha doğrusu çıkarmakta
olduğu nifak! Zaten bu ikinci kuvvet olmasa
birincisinin hiç
ehemmiyeti yoktu. Biz aklımızı
başımıza
alarak el ele verdiğimiz gün inayet-i Hak’la memleketimizi,
istiklâlimizi kurtarmaklığımız
muhakkaktır.
İşte vilâyati
şarkiye ahalisi gözünüzün
önünde
duruyor. Bunlar düşman istilâsı ne demek olduğunu
gözlerde gördükleri için,
bu sefer düşman iğfalatına
kapılmadılar. Aralarında tefrika çıkmasına, nifak çıkmasına
meydan bırakmadılar. Can cana, baş başa verdiler; yurtlarını
çiğnemek, kendilerini esaret altına almak için
hudut boyunda fırsat
gözetip duran düşmanı tarumar ettiler. Kars gibi en müstahkem bir kaleye bayrağımızı
dikerek ileriye doğru yürüdüler,
gittiler. Cenabı
Hak o kahraman mücahitlerimize
tevfikler ihsan buyursun; Anadolu'muzun garbindeki bu sefil düşmanı da ermenilerin bihakkin, uğradıkları
akıbete
uğratsın!...
—
Âmin!...
Bizi
mahv için tertib edilen muahedei sulhiye paçavrasını mücahitlerimiz şark
tarafından
yırtmaya başladılar.
Şimdi beri taraftaki dindaşlarımıza,
kardeşlerimize düşen vazife Anadolu'muzun diğer
cihetlerindeki düşmanları
denize dökerek
o murdar paçavrayı büsbütün
parçalamaktır. Zira o parçalanmadıkça
İslâm
için, Türk
için bu diyarda beka imkânı
yoktur.
Ey
camaati müslimin! Hepiniz bilirsiniz ki buhranlar içinde çarpınıp duran bu dini
mübin, bu mübarek yurt bizlere vediatullahtır[4]. Kahraman ecdadımız bu suphanî
vediayı siyanet uğrunda canlarını
feda etmişler, kanlarını
seller gibi akıtmışlar,
muharebe meydanlarında
şehit düşmüşler; Rayeti İslâmı
yerlere düşürmemişler. Mübarek
naaşlarını çiğnetmişler;
yurdun harimi pakine yabancı
ayak bastırmamışlar.
Babadan evlâda,
asırdan
asıra
intikal ede ede bize kadar gelen bu emaneti kübraya hiyanet kadar zillet
tasavvur olunabilir mi? Yoksa bizler o muazzam ecdadın ahfadı değil
miyiz? Ağyar eline geçen müslüman yurtlarının
hali bizim için
en müessir
bir levhai ibrettir. Endülüs diyarını gözünüzün önüne getirin. Cihanın bu en mamur, en
medenî, en mütefennin iklimi vaktiyle sinesinde on milyon müslüman
barındırırken bugün baştan başa dolaşsanız,
tek dindaşımıza
rast gelemezsiniz. Allah’ın
vahdaniyetini garbin afakına
yetiştiren o binlerce minarenin yerlerindeki çan kulelerinden bugün teslis velveleleri
aksediyor. Şevketin, medeniyetin, irfanın, ümranın müntehasına varmışken birbirlerine düşerek
vatanlarını üç
buçuk İspanyol’a
karşı müdafaadan
âciz kalan bu zavallı dindaşlarımızdan olsun ibret alalım da İslâm’ın son mültecası olan bu güzel toprakları
düşman istilâsı altında
bırakmayalım.
Yeisi, meskeneti, ihtirası,
tefrikayı
büsbütün atalım,
azme, mücahedeye,
vahdete sarılalım. Cenabı
kibriya Hak yolunda mücahede
için meydana atılan azim ve iman sahipleriyle
beraberdir.
Ya
İlâhi
bize tevfikini gönder!
— Âmin!
Doğru
yol hangisidir, millete göster!
— Âmin!
Ruhi
İslâmı şedaid sıkıyor, öldürecek.
Zulmü
tedib ise maksudi mehibin gerçek,
Nare
yansın mı beraber bu kadar mazlumin?
Bigünahız
çoğumuz, yakma ilâhi!
— Âmin!
Boğuyor
âlemi İslâmî bir azgın
fitne;
Kıt’alar
kaynayarak gitti o girdap içine.
Mahvolan
aileler bir sürü masumundur;
Kalan
âvârelerin hali de malûmundur.
Nasıl
olmaz ki tezelzül veriyor arşa enin?
Dinsin
artık bu hazin velvele ya Rab!
— Âmin!
Müslüman
yurdumu her yerde felâket vurdu;
Bir
bu toprak kalıyor dinimizin son yurdu.
O
da çiğnendi mi, çiğnendi
demek dini mübin.
Hakisar
eyleme Ya Rab onu olsun!
—
Âmin!
V’elhamdü
llillahi rabbilâlemin.
★ ★ ★
Bir
Ek
Merhum
üstad Akif’in Kastamonu’da Nasrullah camii kürsüsünden Türk Milleti’ne hitaben
irad ettiği ve her hakikati bütün
çıplaklığı ile aydınlattığı
bu mev’iza,
o zaman memleketin her tarafında,
her camiinde okunmuş, müteaddid
defalar basılarak
her yere gönderilmiştir.
Şu vesika, mev’izanın
nasıl karşılanmış
olduğunu vuzuh ile gösteriyor:
Elcezire
cephesi kumandanı Nihat paşadan Mehmet Akif’e telgraf:
"Nasrullah
camii şerifinde irad buyurduğunuz
mev’izayi
havi mecmuanızın ancak bir nüshası
elde edilebilmiştir. Diyarbekir’in Camii Kebiri’nde Cuma
namazından sonra kıraat edilerek mü’minini hazıra envari maneviyesinden
hisseyabi tenevvür ve tefeyyüz olmuşlardır.
Fakat bu istifade pek mahdut kalacağından cephe mıntakasını teşkil eden Elaziz, Diyarbekir, Bitlis, Van
vilayetlerde civar müstakil mutasarrıflıklar halkı da nasibdar edilmek ve şerefiyle
hukuku doğrudan doğruya zatı
âlinize ait olmak üzre Diyarbekir matbaasında tab ve teksir ettirilerek bütün
cepheye tevzi edilmiştir. Cenabı
Hakk’ın
mesaii diyanet ve vatan perverinizi meşkûr
eylemesi temennisiyle ihtiramatımı takdim eylerim."
10/2/37
Elcezire
K / Nihat
***
Mehmet
Akif Bey'de şu cevabı
vermiştir:
Diyarbekir’de
Elcezire Kumandanı Nihat Paşa Hazretleri’ne;
Hakkı
âcizanemdeki teveccühati devletlerine an samimülkalb teşekkürler ederim. Nasrullah kürsüsündeki mev’izanin
o havalide ve o cephedeki bütün dindaşlarımıza tebliğine himmet ve delâlet, cidden sezavari minnettir Cenabı Hak, pek kıymettar bir rüknü
bulunduğunuz kahraman ordumuzu zaferden zafere
isal ve ümmeti
İslâmiyede
belirmeğe başlayan intibahı müzdad
buyursun. Âmin.
16
Şubat 337
Mehmet
Akif
O
zaman Ankara'da intişar etmekte olan "Sebilu-r-Reşad"
da 314 üncü (17 Şubat 1337) sayısında
şu malûmatı veriyor:
"Nasrullah
kürsüsündeki mev'izayi ihtiva eden nüshamız ikinci defa basılmışsa
da kısmı küllisi
garp ordusuna gönderildiği
cihetle o da bitmiştir. Müsait
bir zamanda üçüncü bir defa basılacaktır".
Bütün
bu malûmat, merhum Mehmet Akif’in Nasrullah kürsüsünde irad ettiği
mev’izanın bütün milletçe
okunmuş, dinlenmiş, çok
iyi karşılanmış ve herkese hakikati öğretmek
hususunda son derece müessir
olmuş olduğunu vuzuh ile gösteriyor.
[1]
Nasrullah Camii Şerifi Kastamonu'dadır. Merhum Mehmet Akif
1336 (1920) yılının Sonteşrin ayında
Kastamonu'da idi ve 19 Teşrinisani Cuma günü
Kastamonu’nun
'bu camii şerifinden bütün
Türk milletine hitab ederek millî mücadelenin
hakikî
mahiyetini, millî
vahdeti koruyarak canla, başla savaşmanın
Türk milleti için hayatî
bir vazife olduğunu, Sevr muahedesini kabul etmenin Türk milleti için ölümden başka bir şey olmadığını,"
tereddüde
yer bırakmayan
kat'iytftle anlatarak bütün milleti Sevr muahedesini yırtmağa davet etti. Onun bu mev’izesi ayrıca
bir risale halinde basılarak memleketin her tarafında, bütün camilerinde ve
bütün toplanma yerlerinde okundu ve bir taraftan dahilî nifaklara son vermeğe,
diğer tarafından
Türk milletini kalkındırmağa
yardım
etti. Bu mev’ize
ve hitabe tam manasile tarihî bir vesikadır. Ve bu vesika o zaman millî
mücadelenin karşılaştığı her meseleyi tavzih etmektedir.
[2]
Dünyâ ve âhiretde
[3]
Kafirlere karşı sert, birbirine karşı
merhametli.
[4]
Allahın emanetidir.
Yorumlar
Yorum Gönder
Lütfen yorumlarınızda isminizi belirtiniz. Teşekkürler.