MEHMET ÂKİF BEY’İN KASTAMONU NASRULLAH CAMİİ’NDEKİ CUMA VAAZI

MEHMET ÂKİF BEY'İN KASTAMONU NASRULLAH CAMİİ’NDEKİ CUMA VAAZI



Mev'iza

"NASRULLAH" KÜRSÜSÜNDEN[1]

Türk Milletine hitap

Kastamonu 19 Teşrinisani 1336 (1920)
Cuma günü

Bismi-llâhi-r-Rahmani-r Rahim
Ya eyyahe-llezine âmenu lâ tettehizu bıtaneten min dunikum la yelunekum habalen, veddu ma anittum, kad bedetil-boğdau min efvahihim vema tuhfi suduruhum ekber, kad beyyenna lekûm-ul-âyati in küntüm ta'kilum.

TERCÜMESİ
(Yaeyyuhe-lleziîine âmenu) ey iman etmiş olanlar, ey müslümanlar, içinizden olmayanlardan, size yabancı kimselerden dost ittihaz etmeyiniz. Âyeti çelileki (bitane) içli dışlı görüşülen, kendisine her türlü sırlar emanet edilen samimi dost, yarıcan, arkadaş, mahremi esrar manalarınadır. Öyle bitane ki (la ye’lünekum habalen) sîzlere karşı mazarrat ika etmekten, aranıza fitneler, fesadlar sokmaktan hiç bir vakit geri durmazlar. Ellerinden gelen fenalıkların hiç birini sizden esirgemezler. (veddu ma anittum) Sizin sıkıntılara, musibetlere, felâketlere uğramanızı isterler. (Kad bedetil-bağdau min efvahiİim) görmüyor musunuz, hakkınızda besledikleri düşmanlık ağızlarından taşıp dökülüyor. (ve ma tuhfi sudurahum ekber) bununla beraber yüreklerinde, sinelerinde gizlemekte oldukları kinler, garezler, husumetler, o bir türlü zabtedemeyip de ağızlarından kaçırmakta oldukları adavetten çok büyüktür, çok şiddetlidir. (Kad beyyenna lekum ul âyeti in kuntum takilun) bizler size her biri ayni hikmet, mahzı ibret olan âyetlerimizi böyle sarih bir surette bildirdik. Eğer sizler akı karadan, iyiyi kötüden seçer, hayrını, şerrini düşünür aklı başında adamlarsanız bu hikmetlerin, bu ibretlerin muktezasınca hareket ederek, hem dünyada, hem ukbada felâh bulursunuz.

TEFSİR
Ey Müslümanlar, sizin için bu âyeti celileye ittibadan başka selâmet yolu yoktur. Takib edilecek hattı hareket, düstur-u siyaset tamâmile bu âyeti celilede mündemicdir. Binaenaleyh meali ulvisini bir kere de toplayıp ifade edelim. Cenabı hak buyuruyor ki:
— Ey müminler, size ellerinden gelen fenalığı yapmakdan çekinmeyen, bu hususta hiç bir fırsatı kaçırmayan, dininize yabancı kimseleri kendinize mahremi esrar, dost, arkadaş ittihaz etmeyiniz. Bunların sureti hakdan görünerek size güler yüz göstermelerine, hayırınızı ister gibi tavırlar takınmalarına asla kapılmayınız. Onların gece gündüz isteyip durdukları sizin felâketinizden, izmihlalinizden, esaretinizden başka bir şey değildir. Baksanıza, size karşı kalplerinde besledikleri düşmanlık o kadar dehşetli ki bir türlü zabtedemiyorlar da ağızlarından kaçırıyorlar. Halbuki yüreklerinde kök salmış olan husumet, ağızlarından taşan ile kabili kıyas değildir, ondan çok fazladır, çok şiddetlidir. İşte bütün hakikatleri, âyatı celîlemizle sizlere açıktan açığa tebliğ ediyoruz, bildiriyoruz, Eğer aklı başında insanlarsanız, eğer dareynde[2] zelil olmak, hüsranda kalmak istemezseniz bizim âyatı celilemizin gereğince hareket ederek felâh bulursunuz.
Bu âyeti celile surei Âli İmrandadır. Surei Tevbede de "Ey müslümanlar, Cenabı Hak içinizden hak yolunda mücahedede bulunanları, Allah ile onun resuli muhtereminden, bir de müminlerden kendisine dost ittihaz etmeyenleri görmedikçe sizler öyle başı boş bırakılacak mısınız, zannediyorsunuz?"
Bu iki âyeti celileden başka diğer âyatı kerime daha vardır ki, hep ayni ruhtadır.


Ey camaati müslimin! insan için kendi aleyhine bile çıksa hakkı, hakikati söylemek lâzımdır. Ben de bir zamanlar Kitabullahı telave’t ederken bu gibi âyatı celileye geldikçe "acaba sair milletlere karşı bir az şiddetli davranılmayor mu? Yabancılar hakkında daha merhametli olmak icab etmez mi idi?" gibi düşüncelere dalardım. Vakıa bu hatıraların sırf şeytanî vesveselerden başka bir şey olmadığını bilirdim. Lâkin velev şeytani olsun, o düşünceleri içimden söküp alıncaya kadar hayli mücahedelere mecbur kalırdım. Acaba bu vesvesenin menşei ne idi? Burasını araştıracak olursak işi bir az tabiî görürüz. Öyle ya, gözümüzü açtık, Avrupa medeniyeti, Avrupa irfanı, Avrupa adaleti, Avrupa efkârı umumiyesi nakaratından başka bir şey işitmedik. Kiminin adaleti, kiminin hamiyeti, kiminin dehası, kiminin terakkiyatı kulaklarımızı doldurdu. Lisan bilenlerimiz doğrudan doğruya bu heriflerin eserlerini, bilmeyenlerimiz tercümelerini okuduk. Edebiyatları, hele edebiyatlarının ahlâkî, insani, içtimaî mevzuları pek hoşumuza gitti. Müelliflerin kıymeti ahlâkiye ve insaniyelerini, eserlerile ölçmeye kalkışdık. İşte bu mukayeseden itibaren aldanmaya, hatadan hataya düşmeye başladık. Bu adamların sözleriyle özleri arasında asla münasebet, müşabehet olamıyacağını bir türlü düşünemedik. İşte okuyup yazanlarımızın çoğuna ârız olan bu hata bir zamanlar bana da musallat oldu. Bereket versin ki yaşım ilerledi, tecrübem arttı; hususiyle Avrupayı, Asyayı, Afrikayı dolaşarak Avrupalı dediğimiz milletlerin esaret altına, tahakküm altına aldıkları biçare insanlara karşı reva gördükleri zulmü, gadri, hakareti gözümle görünce artık aklımı başıma aldım. Demin söylediğim şeytani vesveselere kapılmış olduğumdan dolayı Cenabı Hakka tevbeler ettim.
Dünyada Avrupalıları bihakkın anlayan ve anladığını da iki cümle ile hülâsa edebilen bir müslüman varsa o da eazimi ümmetten fazılı mağfur Hersekli Hoca Kadri efendi merhumdur. Âlemi İslâmın en fedakâr, en faziletli erkânından Mısırlı Prens Abbas Halim Paşa bir gün musahabe esnasında demişti ki:
—  Hoca Kadri Efendiyi zaten Mısır’dan tanırım. İrfanına, uluvvi cenabına hayran olurdum. Bir aralık Fransaya uğramıştım. Parisde ilk işim bu muhterem müslümanı ziyaret oldu. Kendisiyle bir az hoş beşden sonra dedim ki:
— Hocam! senelerden beri burada oturuyorsun. Şarkın, garbın ulûmuna, funnununa cidden vakıf bir nadirei fıtratsın. Yakinen gördüğün şeyler tabiidir ki tecrübeni, görgünü, arttırmıştır. Öğrenmek isterim, Avrupalıları nasıl buldun?
—  Paşa! Bu adamların güzel şeyleri vardır. Evet pek çok güzel şeyleri vardır. Lâkin şunu bilmelidir ki o güzel şeylerin hepsi, evet hepsi yalnız kitaplarındadır!
Hakikat, hoca merhumun dediği gibi Avrupalıların ilimleri, irfanları, medeniyetteki, sanayideki terakkileri inkâr olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini kendilerinin maddiyatdaki bu terakkileriyle ölçmek katiyyen doğru değildir. Heriflerin ilimlerini, fenlerini almalı. Fakat kendilerine asla inanmamalı, asla kapılmamalıdır.
Bunların bütün insanlara, bilhassa müslümanlara karşı öyle kinleri, öyle husumetleri vardır ki, hiç bir suretle teskin edilmek imkânı yoktur. Sureta dinsiz geçinirler. Hürriyeti vicdan diye kâinatı aldatıp dururlar. Hele biz müslümanları, biz şarklıları taassubla itham ederler dururlar! Heyhat. Dünyada bir mü'teassıb millet varsa Avrupalılardır, Amerikalılardır. Taassubdan hiç haberi olmayan bir millet isterseniz o da bizleriz.


Ey camaati müslimin! Bilirim ki bu sözlerim sizin senelerden beri avutulmuş, uyutulmuş fikirlerinize biraz aykırı gelecektir. Onun için bir iki misal getirmek icab ediyor:
Bilirsiniz ki bizim harbi umumiye girmemizden en çok müstefid olan bir millet varsa o da Almanlardı. Şunu ihtar edeyim ki ben bu kürsüde harbi umumiye girmek mi lâzımdı, girmemek mi evlâ idi, girmeden durabilir mi idik, bir az daha geç mi girmemiz muvafık idi? gibi meselelerin hiç birini mevzuubahis edecek değilim. O benim sadedimin, salâhiyetimin haricindedir. Ortada bir vak'a var ki biz Almanlarla birlikde olarak harbe girdik. Yüzbinlerce şehit verdik. Yüzbinlerce hanuman söndü. Milyonlarca sâmân kaynadı gitti. Şimdi Almanlar için ne lâzım geliyordu? Ne yapacaklardı? Şüphesiz bütün dünyanın, bütün dünyadaki milletlerin kendilerine ilânı harp ettikleri bir zamanda böyle yegâne müttefikleri olan bizleri sinelerine basacaklar, bütün gazeteleriyle, bütün kitaplariyle, bütün ediplerde, bütün muharrirlerde bizi alkış, teşekkür tufanları içinde boğacaklardı. Heyhat! Bu umumî harbin ilk senesinde ben mühim bir vazife ile Berlin'e gitmiştim. O aralık Almanya hükümeti bize dedi ki:
— Bizim meclisi mebusanımızdaki bilhassa katolik meb'uslar kıyamet koparıyorlar: Almanlar gibi mütemeddin, mütefennin bir millet nasıl oluyor da müslümanlar gibi, Türkler gibi vahşilerle ittifak ediyorlar? Bu, bizim için zül değil midir?... diyorlar. Aman, makaleler yazınız, eserler yazınız, biz onları Almancaya tercüme ettirelim. Tâki müslümanlığın da bir din, müslümanların da insan olduğu bunların nazarında taayyün etsin!
Almanya hükümeti haklı idi. Çünkü Alman milleti nazarında müslümanlık vahşetten, müslümanlarsa vahşilerden başka bir şey değildi. Onların gazetecileri, romancıları; hele müsteşrik denilip de şark lisanlarına, şark ulûmu fünûnuna, şark ahlâk ve âdatına vâkıf geçinen adamları mensup oldukları milletin efkârını asırlardan beri bizim aleyhimize o kadar müthiş bir surette zehirlemişlerdi ki, arada bir anlaşma, bir barışma husulüne imkân yoktu. Biz o sırada kendimizi onlara tanıtmak için, tabii elden geldiği kadar çalıştık. Lâkin tamamile muvaffak olduğumuzu asla iddia edemem. Heriflerin taassubu yaman! Kökleşmiş bir takım kanaatler hakkı görmelerine mani oluyor.
Harp esnasında, bilirsiniz ki Almanya imparatoru İstanbula gelmişti. Biz safderun müslümanlar halifenin müttefiki sıfatiyle o misafire karşı nasıl hürmette, nasıl ikramda bulunacağımızı şaşırdık. Bu şaşkınlıkda o kadar ileri gittik ki darülhilâfenin, yani İstanbul'un minarelerini kandil gecesi imiş gibi kandillerle donattık. Alman dostluk yurdu binası kurulacak denildi, bol keseden bir kaç camimizi heriflere peşkeş çektik. Ha! Gelelim bizim bu gibi fedakârlıklarımıza karşı gördüğümüz mukabeleye! Düşmanlar Kudüsü bizim elimizden gasbettikleri zaman bu felâket harbi umumi üzerine büyük bir tesir ika etmişti. Yani Filistin cephesinin bozulması muharebe terazisini düşmanlarımızin tarafına epeyce eğdirmişti. Binaenaleyh müttefikimiz olan Almanlarla yine Almandan başka bir şey olmayan Avusturyalıların bu işten bizim kadar müteessir olmaları icab ederdi. Ey camaati  müslimin! İşe bakın ki Kudüs, velev ki İngilizlerin eline geçmiş olsun, velev ki bu memleketin düşman eline geçmesi, bu cephenin bozulması yüzünden muharebe bizim hesabımıza kaybolsun, tek müslümanların elinde, Türklerin elinde kalmasın da hasmımız da olsa dindaşımız olan İngilizlerin eline geçsin, diyerek Viyanalılar şehrâyin yaptılar. Evlerini donattılar. Bu maskaralığı men edip yakılan elektrik fenerlerini söndürünceye kadar Avusturya hükümetinin göbeği çatladı. Artık taassubun hangi tarafta, hürriyetin, müsamahakârlığın hangi tarafta olduğunu bu misallerle de anlamazsanız kıyamete kadar anlayacağınız yoktur.


Avrupalıları, Amerikalıları dinsiz derler. Size bir hakikat daha söyleyim mi? Dünyada din ile en az mukayyed olan bir memleket varsa o da bizim memleketimizdir. Bugün cuma olduğu halde Kastamonu'nun en şerefli bir camiinde, görüyorsunuz ya, kaç saflık cemaat bulunuyor! Dünyanın en mamur, en yeni memleketi olan Berlin'de pazar günü büyük kiliseler hıncahınç dolar. Hem kiliseleri dolduran cemaati avamdan ibaret zannetmeyiniz. Bütün zenginler, milletin münevver dediğimiz tabakasına mensup adamlar, temiz temiz giyinmiş halk bu cemaati teşkil eder. İngiltere'ye gittiğiniz takdirde şayet cumartesi gününden etinizi, ekmeğinizi tedarik etmezseniz pazar günü aç kalırsınız. Çünkü kıyamet kopsa dinî bir gün olan pazar günü hiç bir dükkânı açtıramazsınız. İngilizler duasız sofraya oturmazlar, duasız sofradan kalkmazlar.
Rumeli zenginlerinden bir adam tanırım, ki ziraat tahsili için bir oğlunu Amerika'ya göndermişti. Çocuğun kendi ağzından işittim.
Diyor ki:
— Memleketin acemisiyim. Lisanlarını lâyıkiyle bilmiyorum. New-York'ta, bir otelde bulunuyorum. Gece canım sıkıldı. Oturduğum odada bir piyano vardı. Azıcık tıngırdatayım dedim. Sazın perdeleri üzerinde parmaklarımı hafifçe gezdiriyordum. Aradan iki üç dakika henüz geçmemişti ki odanın kapısına yumruk inmeye başladı. (Ne oluyoruz? diye kapıyı açtım. Bir de baktım ki otelcinin karısı hiddetinden ateş kesilmiş, bana alabildiğine söğüyordu. Karı benim ne barbarlığımı, ne saygısızlığımı, ne ahlâksızlığımı, hülâsa hiç tutar bir yerimi bırakmadı. Meğer o gece hıristiyanların eizzesinden, yani velilerinden birisinin gecesi imiş. Geceyi o veliye hürmeten ibadetle geçirmek icab edermiş! Piyano çalmak maazallah küfür derecesinde günahmış! Artık karıya memleketin acemisi olduğumu, bu hatanın benden kasdım olmaksızın sadır olduğunu anlatıncaya kadar akla karayı seçtim. -
Ey camaati  müslimin! Bizim diyarda cuma namazı kılınırken tavla şakırtıları, sarhoş nareleri duyulduğu nadir vakalardan değildir, zannederim.
Görüyorsunuz, herifler dinlerine nasıl sarılmışlar, asabiyeti diniye meselesinde ne kadar ileri gitmişler! Bu da sebepsiz değil. Çünkü onların doğar doğmaz beşikte, bir az büyüyünce eşikte dini, millî telkinat ile kulakları dolar. Yabancılara karşı husumet, adavet hisleri her fırsattan bilistifade kendilerine verilir. Kendi cinslerinden, kendi dinlerinden, kendi renklerinden olmayan mahlûkatı beşeriyenin insan sayılamıyacağı, bunların kafalarına iyice yerleştirilir. O sebepten bunların, bir şarklıyı, hele bir müslümanı sevmesine imkân yoktur. Ressamları, meydana getirdikleri türlü türlü resimlerle, şairleri şiirlerle, hikâyecileri gayet meharetle yazılmış romanlarla, siyasileri gazetelerle hep onların bu hislerini canlandırır dururlar.


Anlıyorsunuz ya, biz nasıl yetişiyoruz, onlar nasıl yetiştiriliyor? Bu heriflere karşı olan duygumuzu hiç bir vakit onların ilimlerine, san'atlarına sıçratmamalıyız. Çünkü medeniyetin bu kısımlarında onlara uymazsak yaşamamıza, milletimizi yaşatmamıza imkân yok.
Biz müslümanlar bin tarihinden itibaren çalışmayı bırakdık. Atâlete, ahlâksızlığa döküldük. Avrupalılar ise gözlerini açtılar, alabildiğine terakki ettiler. Görüyorsunuz ki denizlerin dibinde gemi yüzdürüyorlar. Havalarda ordular dolaştırıyorlar. Madem ki vatanın müdafaası farzı ayındır, bu farzın mütevakkıf olduğa esbabı elde etmek farzdır; O halde onların kuvvet namına neleri varsa hepsini elde etmek için çalışmak hepimize farzı ayndır. Ne hacet! (Ve eiddu lehum mestetatum min kuvvetin = Düşmanlara karşı ne kadar kuvvet tedarik etmeye, hazırlamaya imkân bulursanız derhal hazırlayınız) emri İlâhisi sarihdir. Şüpheye, düşünmeye, taşınmaya mahal yoktur. O halde ne yapacağız? Aramıza sokulan fitneleri, fesadları, fırkacılıkları, komitecilikleri, daha bin türlü ayrılık gayrılık sebeplerini ebediyen çiğneyerek el ele, baş başa vereceğiz. Birden çalışacağız. Çünkü bugün dünyanın, dünyadaki hayatın tarzı büsbütün değişmiş. Yalnız başına çalışmakla bir şey yapamazsın. Toplar, tüfekler zırhlılar, şimendiferler, limanlar, yollar, tayyareler, vapurlar, elhasıl düşmanları bize üstün çıkaran, yarım milyar müslümanın bir kaç milyon frenge esir olmasını temin eden esbab ve vesait ancak cemiyetler, şirketler tarafından meydana getirilebilir. Demek, müslümanlar Allah’ın, Kitabullah’ın, Resulullah’ın emrettiği, tavsib ettiği vahdete, birliğe, cemaate sarılmadıkça âhiretlerini olduğu gibi dünyalarını da kurtaramazlar. Her şeyden evvel vahdet, cemaat, teavün. Bir kere bunu elde edelim, alt tarafı Allah’ın inayetiYle kolaylaşır.
Bununla beraber icabında Avrupalılarla birleşebiliriz Ancak bu birleşmek bize hiç bir vakit onların iç yüzünü unutturmamalıdır. Yani vatanımızın, dinimizin menfaati, ticaretimizin, servetimizin, refahımızın terakkisi namına icab ederse, mümkün olursa mütekabil, müşterek menfaatler üzerine bunlarla çekişe çekişe pazarlık ederek ittifak ederiz. Ancak bu pazarlıklarda son derecede açık gözlü bulunmamız lâzım gelir.


Biz müslümanlar ise maalesef gerek içimizdeki, gerek dışımızdaki yabancıların sözüne kanıyoruz da birbirimize itimad etmiyoruz. Onlardan giydiğimiz külahı kendi dindaşlarımıza, kendi kardeşlerimize giydirmek için uğraşıyoruz. Cenabı hak (innemel muminune ihvetun) "Müminler, birbirlerinin kardeşinden başka bir şey değildir" buyuruyorken yazıklar olsun ki biz, o kardeşlikten çok uzakta bulunuyoruz. Ancak ayda, âlemde bir kere camiye geliyoruz. Huzuru İlâhide birleşiyoruz. Fakat namazı bitirip papuçlarımızı koltuklayarak dışarıya fırlayınca birbirimize karşı derhal ya hasım, yahut hiç olmazsa bigâne kesiliyoruz. Âyatı kerime var, namütenahi ehadisi şerife var. Bunlara göre: müslümanlardan biri diğer dindaşlarını kendi öz kardeşi bilmedikçe, onların meserretiyle mesrur, musibetiyle, matemde mahzun olmadıkça tam müslüman olamaz. İmanın kemali camaati  müslimine sımsıkı sarılmakla kaimdir. "Müslümanların derdini, kendine dert etmeyen müslüman değildir." buyuran resuli hakim (Sallallahü Aleyhi vesellem efendimiz hazretleri) diğer bir hadisi şeriflerinde buyuruyor ki: "Dünyanın öbür ucundaki bir müslümanın ayağına bir diken batacak olsa ben onun acısını kendimde duyarım. Bütün müslümanlar bir araya gelerek tek bir vücudu meydana getiren muhtelif uzuvlara benzerler, insanın bir uzvuna bir hastalık, bir acı isabet etse diğer uzuvların kâffesi o hasta uzvun elemine ortak oldukları gibi bir müslümanın da diğer dindaşlarının acısına, musibetine, matemine kabil değil bigâne kalamaz. Kalabiliyorsa demek ki müslüman değil."
"El mu’minu lil mu’mini kel bunyani yeşuddü "baduhu badan" "Bir müminin diğer mümine karşı vaziyeti yekpare bir duvarı vücude getiren perçinleşmiş kayaların birbirine karşı aldığı vaziyet gibidir. Öyle olacaktır. Öyle olmalıdır." Hadisi şerifini elbette işitmişinizdir. Ashabi kiram hazeratı arasındaki vahdet, muhabbet, teavün cümlenizin malumudur. Bu din uluları, bu Allahın en sevgili kulları huzuru İlâhiye cemaatle durdukları zaman saflar adeta maruf tabir veçhile sabun kalıbı halini alırdı. Birbirlerile okadar ittisal hasıl ederlerdi ki üzerlerindeki libaslar daima omuz başlarından eskirdi. O muazzam saflar, müselsel yekpare bir dağ gibi kıyam eder, öyle rükûa varır, öyle secdeye kapanırdı. Vahdetin, namazdaki bu tezahürü namaz haricinde de böylece devam eder giderdi. O sayededir ki İslâm, Aleyissalâtü Vesselâm efendimizin risaleti celilelerinden itibaren yirmi otuz sene zarfında dünyayı kuşatmıştı.
Hadis kitaplarını, siyer kitaplarını, tarihi İslâm sayfalarını gözden geçirince ashabı kiram arasındaki birliğe hayran olmamak elden gelmiyor. "Eşiddau alel kuffari rulhemau beynekum"[3] vasfı ilâhisiyle tasvir buyurulan o kahraman fitretler "hakikat birbirleri hakkında ne kadar merhametli, ne derecelerde rikkatli idiler, düşmanlarına karşı ise.nasıl şedid idiler! (ezilleten a-lel muminin, azitten alel kâfirin = müminlere karşı, mutavazı, halim, selim, şefik, rahim, kâfirlere karşı ise vakur, metin, mekin, şedid) olmak İslâmın hususiyetlerindendir. Yazıklar olsun, biz bu hususiyetlerden, bu meziyetlerden, büyüklüklerden mahrum olduk. Dinimizden olmayanlara karşı yapmadığımız müdahene, göstermediğimiz nezaket kalmıyor. Birbirimizi ise bir kaşık suda boğmak istiyoruz. Cesaretimiz, kabadayılığımız, asıcılığımız, kesiciliğimiz hep kendi aramızda. (Besuhum beyneihum şedidun, tahsebuhum cemian ve kulubuhum setta) = kendi kendilerine karşı oldu mu hücumları dehşetlidir. Zahir hallerine baksan toplu bir cemaat zannedersin. Halbuki hepsinin yüreği başka başka hislerle çarpıyor, mealindeki âyeti celile, ki münafıklar vasfındadır, bugün tamamile bizim halimizi gösterir oldu. (Bundan ne kadar sıkılmamız icab eder, artık onu siz takdir ediniz.)


Ey camaati  müslimin! Kuranı kerim tilâvet ederken bir çok yerlerinde sünnet lafzi celiline tesadüf edersiniz, evet meselâ (Sünnetellahi-lleti kad halet fi ibadiih — Sûnnetellahi fillezine halev min kabl — ve len tecide İisunmeti-llahi tahvila — sünnete men kad erseîena) gibi daha bir çok âyatı. kerimede hep bu sünnet kelimesini okursunuz. Kitabullah’daki sünnet, Resulallah’ın sünneti değildir. Peygamberimizin sünneti cümlemizin malûmu, Kuran’ın sünneti ise Cenabı Hakk’ın ezelî ve ebedî olan kanunu demektir. Evet, Allahu zülcelâlin bu âlem hakkında cari bir çok kanunları var. Cemadatta, nebatatta, hayvanatta, yıldızlarda, aylarda, güneşlerde, dağlarda, denizlerde, yerlerde, göklerde, elhasıl bizim bildiğimiz, bilmediğimiz, ne kadar mahlûkat varsa bunların hepsinde ayrı ayrı kanunlar caridir. Bu kanunlar vaz’ı İlâhî olduğu için insanların tertib ettikleri kanunlar gibi ömürsüz değildir. Ta ezelde meşiyyeti İlâhi muktezasınca ibda olunan bu hükümlerin, bu kanunların hiç bir maddesi, hatta hiç bir kelimesi, hiç bir noktası değişmez. Bunun böyle olduğunu Kitabullah' da bize sarahaten bildiriyor. Şimdi diğer mahlûkatta, diğer âlemlerde hâkim olan sünneti İlâhiyi, yani Cenabı Hakk’ın ezelî ve ebedî kanunlarını bir tarafa bırakalım da yalnız insan kümeleri, beşer yığınları demek olan milletler, ümmetler üzerinde hüküm süren kanunu İlâhiyi tetkik edelim; evet milletlerde cari olan bu kanunun mahiyetini biz müslümanlar doğrudan doğruya Cenabı Hak’tan, yani onun bize gönderdiği kitabı hakiminden öğreniyoruz: Ümmeti islâmiyenin dünyada, ukbada felahını, necatını, saadetini, refahını, sâmânını temin eden emirler yok mu, işte onların her biri Allah’ın bir sünneti, yani bir kanunudur, (vela teferreku) tefrikadan, ayrılık gayrılık hislerinden uzak olunuz, (vela tenazeu) — ey müslümarilar birbirinize girmeyiniz, sonra kalplerinize meskenet, cebanet, aciz, fütur çöker de devletiniz, saltanatınız, şevketiniz, kudretiniz, kuvvetiniz, hepsi elinizden gider (vasbiru sebatdan, azimden katiyyen ayrılmayınız. İşte bunlar gibi bir çok öğütler, bir çok emirler var ki milleti yaşatmak, dini yaşatmak istersek bunların muktezasına tevfiki hareket etmekliğimiz zaruridir. Demek, milletlerin hayatı, bekası, istiklâli, selâmeti için, aralarında vahdet hükümferma olması lüzumu bir kanunu İlâhi imiş!


Ey camaati  müslimin! Milletler topla, tüfekle, zırhlı ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor, ve yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki rabıtalar çözülerek herkes kendi başının derdine, kendi havasına, kendi menfaatini temin etmek sevdasına düştüğü zaman yıkılır. Atalarımızın "kale içinden alınır" sözü kadar büyük söz söylenmemiştir. Evet, dünyada bu kadar sağlam, bu kadar şaşmaz" bir düstur yoktur. İslam tarihini şöyle bir gözümüzden geçirecek olursak cenupta, şarkta, şimalde, garpta yetişen ne kadar, müslüman hükümetleri varsa hepsinin tefrika yüzünden, aralarında hadis olan fitneler, fesadlar, nifaklar, şikaklar yüzünden istiklâllerine veda ettiklerini, başka milletlerin esareti altına girdiklerini görürüz. Emeviler, Abbasiler, Fatımiler, Endülüslüler, Gazneviler, Moğollar, Selçukiler, Mağribiler, İraniler, Faslılar, Tunuslular, Cezayirliler.... hep bu ayrılık gayrılık hislerine kapıldıkları için saltanatlarını kaybettiler. Biz Türkiye müslümanları dünyanın üç büyük kıtasına hakimdik. Koca Akdeniz, koca Karadeniz hükmümüz altında bulunan cesîm cesîm memleketlerin ortasında birer göl gibi kalmıştı. Ordularımız Viyana önlerinde gezerdi. Donanmalarımız Hind okyanuslarında yüzerdi. Müslümanlık rabıtası ırkı, iklimi, llisanı, âdatı, ahlâkı büsbütün başka olan bir çok milletleri yekdiğerine sımsıkı bağlamıştı. Boşnak İslavlığını, Arnavut Lâtinliğini, Pomak Bulgarlığını.... elhasıl her kavim kendi kavmiyetini bir tarafa atarak İslâm camiası etrafında toplanmış, kelimetullahı iylâ için canını, kanını, bütün varını güle güle, koşa koşa feda etmişti. Fakat sonraları aramıza Avrupalılar tarafından türlü türlü şekiller, türlü türlü isimler altında ekilen fitne, tefrika, fesad tohumları bizim haberimiz bile olmadan filizlenmeğe, dallanmağa, budaklanmağa başladı. O demin söylediğim rabıta gevşedi. Artık eski kuvveti, eski tesiri kalmadı. Kalemizin içinden sarsılmaya yüz tuttuğunu gören düşmanlar kendi aralarında birleşerek, yani biz müslümanların memur olduğumuz vahdeti onlar vücude getirerek birer hücumda yurdumuzun birer büyük parçasını elimizden alıverdiler. Bugün bizi Asyanın bir ufak parçasında bile yaşayamayacak hale getirdiler.
Size bir vak’a anlatayım: Mısrı Ülyada dolaşıyordum. Orada aklı başında bir müslümanla görüştüm. Bahsimiz kiyasete intikal etti. Dedim ki:
—   Şaşıyorum. Onbeş milyonluk koca Mısır’da yabancı asker olarak az kuvvet gördüm. Nasıl oluyor da bu kadarcık kuvvetle koca bir iklim muhafaza edilebiliyor?
Bu sualim üzerine o zat dedi ki:
—  O yabancı devletin ricalinden biriyle samimi görüştüm. Sizin aklınıza, geleni ben de düşünmüş de, demiştim ki:
—  Günün, yahut senenin birinde meselâ Osmanlı hükümeti kırk elli bin kişilik bir ordu hazırlayarak Mısıra sevk edecek olursa siz ne yaparsınız?
—  Hiç bir şey yapmayız. Müdafaa imkânı olmadığı için Mısırlarını kendilerine teslim eder çıkarız. Yalnız şurasını iyi biliniz ki biz hiç bir zaman Osmanlılar’ın Mısır’a kırkbin kişi değil, kırk kişi sevk edebilecek derecede yakalarını, paçalarını toplamalarına meydan bırakmayız. Memleketlerinde bitmez tükenmez meseleler çıkarırız. Onlar birbirleriyle uğraşmaktan göz açamazlar ki, bir kere olsun Mısır’a dönüp bakmağa vakit bulabilsinler.
Ey camaati müslimin! Gözünüzü açınız, ibret alınız. Bizim hani senelerden beri kanımızı, iliğimizi kurutan dahilî meseleler yok mu, Havran meselesi, Yemen meselesi, Şam meselesi, Arnavutluk meselesi, bilmem ne meselesi... Bunların hepsi düşman parmağiyle çıkarılmış meselelerdir. Onlar öyle olduğu gibi bugünkü Adapazarı, Düzce, Yozgat, Bozkır, Biga, Gönen, Konya isyanları da hep o mel'un düşmanların işidir. Artık kime hizmet ettiğimizi, kimin hesabına birbirimizin gırtlağına sarıldığımızı anlamak zamanı zannediyorum ki gelmiştir. Allah rızası için olsun aklımızı başımıza toplayalım. Çünkü böyle düşman hesabına çalışarak elimizde kalan şu bir avuç toprağı da verecek olursak, çekilip gitmek için arka tarafta bir karış yerimiz yoktur. Şimdiye kadar düşmana kaptırdığımız koca koca memleketlerin halkı hicret edecek yer bulabilmişlerdi. Neuzübiliah biz öyle bir akıbete mahkûm olursak başımızı sokacak bir delik bulamayız.
SEVR MUAHEDESİ
Zaten düşmanlarımızın tertib ettikleri sulh şartları bizim için dünya yüzünde hayat hakkı, hayat imkânı bırakmıyor. Bu sefer Anadolu'nun bir hayli kısmını yeniden dolaştım, halkın fikrini yokladım... Baktım ki zavallıların bir şeyden haberi yok. Vakıa nisbetle havas geçinen takım, bu şartların pek ağır olduğunu biliyor, lâkin ilimleri son derecede icmalî. Avam ise hiç bir şeyden haberdar değil. Zannediyorlar ki memleketin kenarları, yani Hicaz gibi, Bağdad gibi, bir iki yer elimizden çıkmakla iş olup bitecek; Rumeli, İstanbul, Anadolu Suriye yine bizde kalacak, artık çiftçi çiftiyle çubuğuyla; esnaf san'atiyle, dükkâniyle; ülema medresesiyle, mektebiyle; tüccar alışiyle, verişiyle meşgul olacak! Heyhat! Düşmanlarımız bizi ne hale getirmek için geceli gündüzlü çalışıyorlar, biz ise halâ ne gibi hülyalarla kendimizi avutuyoruz!... Allah rızası için olsun, şu muahedenamenin bizim hakkımızdaki maddelerini okuyunuz. Okumak bilmiyorsanız birisine okutunuz da dinleyiniz.
Maazallah onu kabul ettiğimiz gün acaba nemiz kalıyor? Bir kere Rumeli’de hiç bir alâkamız kalmıyor. Çatalca istihkâmatı da dahil olduğu halde, denizin öbür yakasındaki memleketler kâmilen gidiyor. Halife diye İstanbul'da bir şeyler bırakılıyor. Lâkin kendisine yalnız tıpkı Roma'daki Papa gibi yediyüz asker bulundurmak hakkı veriliyor. Vakıa müslümanlar İstanbul'dan bu sefer koğulmuyor. Fakat Yunanlılar Çatalca istihkâmatına sahip olacakları için tabiidir ki, Çekmece civarında istedikleri kadar asker yığarlar, Avrupa'da bir karışıklık zuhur ettiği gibi İstanbul'u alıverirler.
Şimdi bir sual varid olacak;
— Neden İngilizler İstanbul'u doğrudan doğruya kendisine almasın da Yunanlılar’a versin?
İngilizlerin bu kadar büyümesi, müttefiklerinin işine gelmiyor. Binaenaleyh payitahtımızı da alacak olursa araları büsbütün açılacak. Ancak hem Rumeliyi, hem Aydın vilâyetini elinde tutabilmek için Yunanlılar kuvvetli bir donanmaya muhtaçtır. Bunu ise çaresiz İngilizlerden tedarik edecek. Anlaşıldı ya, İstanbul'un Yunan elinde bulunması demek, daima donanmasına muhtaç olduğu İngilizlerin elinde bulunmak demektir. Rumeli’nin, İstanbul'un, Aydın vilâyetinin yunanlılar elinde bulunması ne demektir, biliyor musunuz? Oralarda tek bir Türk müslüman kalmaması demektir. Vaktiyle eski Yunanistan’la Mora’daki halkın yarısı rum ise yarısı da müslümandı. Bugün o havalide tek bir dindaşımız kalmamıştır. Bu müsalaha mucibince verilecek memleketlerde de bir müddet sonra ayni hal zuhura gelecektir. Evet, müslüman ahali katliam ile korkutulacak, hicrete mecbur edilecektir.


Bu muahedenin takib ettiği maksat şudur: Düşmanlar, bizden mümkün olduğu kadar fazla adam öldürtmek, kendisinden son derecede az insan harc etmek istiyorlar. O sebepten, bir taraftan rum, ermeni çeteleri teşkil edecek; bunlara para, silâh dağıtarak, Türkler arasında katliam yaptıracak. Diğer taraftan da müslümanlar, Türkler arasından para ile, yahut iğfal ile adamlar bularak, bizi birbirimize doğratacaktır; ki bu zaten olup duruyor. İşte düşmanın, Anadolu'nun iç taraflarında çıkarttığı isyanları bastırmak için biz İzmir, Balıkesir cephelerindeki kuvvetimizi azaltmağa mecbur olduk da Yunanlılar burnumuzun dibine kadar sokuldular.


Neuzübillah muahedeyi kabule mecbur olduk mu, Anadolu’da asker besleyemiyeceğiz. Yalnız bir miktar jandarma kuvveti bulundurabileceğiz. Bu jandarmalar içinde külliyetli miktarda rum, ermeni, yahudi bulunacak. Zabitlerin yüzde onbeşi, ki tabiî hep yüksek rütbeliler olacaktır, ecnebiden gelecektir. Anadolu mıntaka mıntaka ayrılıp her mıntaka bir ecnebi zabitin eline verilecektir.
Meselâ Karadeniz sevahili mıntakasındaki İngiliz zabiti bütün inzibat kuvvetlerine kumanda edecek, o zaman istediği gibi rum, ermeni çeteleri vücude getirerek müslümanların üzerine saldıracaktır. Netekim bu usulü İngilizler Kars'da, Ardahanda; Fransızlar Adana'da, Maraş'da pek güzel tatbik ettiler.  
Bilirsiniz ki Anadolu'nun iki mühim iskelesi vardır: Biri İstanbul, biri İzmir. Elimizdeki üç buçuk şimendüfer hattı bu iki limanda nihayet buluyor. Şimdi İstanbul sözde bize bırakılıyorsa da oranın idaresi, gümrükleri, vergileri, zabıtası kâmilen başka ellerde, yani bizim dahil olmadığımız bir komisyonun elinde bulunuyor. Bu komisyonda tabii düşmanlar hâkim olduğundan bizim ihracatımıza, ithâlâtımıza istediği gibi müşkülât çıkaracak. Gümrük tarifesini, şimendüfer tarifesini, liman tarifesini ona göre tertib ederek Anadoludaki Müslüman tüccarı tamamiyle iflâs ettirecek. Zaten mütarekeden beri İstanbul'daki müslümanların ticaretine el altından hep böyle güçlükler çıkarılmıştır. Bundan maksat ise müslümanları fakir, sefil bırakmaktır.


Bu muahede mücibince devletimizin bütçesi İngiliz, Fransız, İtalyan murahhaslarından mürekkep bir komisyon tarafından tertib olunacaktır. Bu komisyonda bizden bir adam bulunacaksa da rey sahibi olamayacaktır, yani düşman bu komisyonda istediğini yaptıracaktır. O halde verdiğimiz vergiler hep rumların, ermenilerin menfaatine sarf olunacaktır. Onların çocukları bizim paramızla mektepler açıp okuyacaklar, adam olacaklar. Sanatı, ticareti, ziraatı kâmiîen ellerine alacaklar. Bizden yalnız ırgad yetişebilecek.


Gelelim uhud meselesine:     Ey camaati müsiimin!
Frenkce bir kelime var: Kapitülasyon! Manası: bizim bilerek bilmiyerek, keyfî yahut iztirari, ecnebilere verdiğimiz eski imtiyazlardır. Bunların bir kısmı adliyeye aittir. Meselâ içimizde yaşayan ecnebi tabasından biri ne yaparsa yapsın hükümetimiz tarafından tevkif olunamaz. Caniyi yakalamak için mutlaka mensup olduğu sefaretin adamı hazır olmalı.
Tevkif olunduktan sonra sefaretine teslim edilmeli. Binaenaleyh ecnebiler bu muharebeden evvel bizim içimizde ali-kıran kesilmişti. Adam döverler, adam vururlar, adam öldürürler, ötekinin berikinin emlâk ve arazisini gasbederler. Bütün yaptıkları yanlarına kalırdı. Biz bu imtiyazları harbin bidayetinde kaldırmıştık. Şimdi sulh şeraitini kabul ettiğimiz gibi bunlar yine avdet edecek. Hem nasıl avdet edecek, biliyor musunuz? Avrupa devletleri tebasına münhasır olan o imtiyazlar şimdi rumlara, ermenilere, yahudilere verilecek.
Artık bunun ne demek olduğunu matuhlar bile anlar.
Gelelim bu imtiyazların iktisadı kısmına: Ecnebi tab’ası temettü, belediye ve saire gibi vergilerden müstesnadırlar. Şimdi, rumlar, yahudiler, ermeniler de müstesna olacaktır. Açıkçası bütün parayı müslümanlar verecekler, bütün parsayı içimizdeki gayrı müslimler toplayacak!    


Ya gümrükler meselesi... O da bir âfet! Biz başka memleketler gibi gümrüklerimize sahip değiliz. Memleketimize sokulan eşyadan istediğimiz gümrüğü alamayız. Halkımızın fakir düşmesine en birinci sebep budur. Bunu bir az izah edelim. Evvelâ ziraatimizi ele alalım. Rusya gibi, Romanya gibi, Amerika gibi toprağı zengin memleketlerde ekin pek ucuza mal oluyor. Heriflerin vapurları, şimendüferleri de çok olduğundan dünyanın her tarafına kolaylıkla arpa, buğday gönderiyorlar. Binaenaleyh bu memleketler İstanbul piyasasına döktükleri ekini bizden, yani Anadolu'dan daha ucuza mal edebilirler. Bizim çiftçilerimiz ise malını İzmir, İstanbul gibi büyük şehirlerde kurtarabilecek para ile satamayacağından hem ekemez, hem fakir düşer. Buna karşı ne çare olabilir? Evet, çare hariçten gelecek ekin ve sair yiyecek şeylere öyle bir gümrük koymaktır ki, bu gümrüğü verecek ecnebi tüccar piyasada malını Anadolu'dan gidecek maldan daha pahalıya satmak mecburiyetinde kalsın. İşte Fransa gibi, Almanya gibi toprağı çok zengin olmayan hükümetler kendi köylülerini hep bu usul sayesinde kurtarabilmiştir. Bizde ise bu çareye müracaat kabil olamayacağından muahedeyi kabul ettiğimiz gibi çiftçimiz bitecektir...
Gelelim sanayie: Bilirsiniz ki memleketimizde bir çok ham eşya yetişir: Keten, kenevir, pamuk, yün, tiftik, deri. Sonra türlü türlü madenler. Biz bunlardan istifade edemiyoruz. Meselâ bir dokuma fabrikası, yahut demir fabrikası açmaya kalkışsak, Avrupa'nın, Amerikanın fabrikalariyle başa çıkamayız. O halde ne yapmalıyız? Bizim sanayiimiz de onların sanayi derecesini buluncaya kadar hariçten gelecek mamulat üzerine münasip bir gümrük koyabilmeliyiz. Koyamadığımız gibi hiç bir müessesemiz, hiç bir fabrikamız bir sene bile yaşayamaz. Bilirsiniz ki kendimize mahsus tezgâhlarımız, bezlerimiz vardır. Bunlar memleketimizin her tarafında satılıyordu. Ahalimize de bir çok menfaat temin ediyordu. Halbuki ecnebi fabrikalariyle rekabet edemediğinden dolayı ezildi gitti. Şu halde halkımız ziraatini, sanayiini ileri götüremez, ticaretini de gayri müslimlerin vergi vermemesi yüzünden başa çıkaramazsa tabiidir ki sefil olur, perişan olur. Haydutluktan başka yapacak bir iş bulamaz.


Şimdi bir mühim mesele var. Onu tetkik edelim: "Neden düşmanlar bizim mahvımızı temin için bu kadar uğraşıyorlar?"
Evet, bunlar harbi umuminin bidayetinde "biz bütün milletlerin istiklâli için harbediyoruz!" tekerlemesini muttasıl tekrar edip durdukları için mahkûmiyetleri altında bulunan yüz milyon müslümana da istiklâl sevdası geldi. Mısır'da, Hind’de birbiri ardınca isyanlar başladı. Vakıa onlar bu isyanları kendilerine mahsus olan müthiş bir vahşetle bastırdı. Lâkin bunların bir daha baş kaldıramamaları için dünyada hiç bir müslüman memleketin müstakil kalmaması lâzımdı. Mütarekeden sonra ise müstakil olarak iki müslüman hükümet kalmıştı ki biri bizdik. Diğeri de İran idi. Biliyorsunuz ki İran hükümeti İslâmiyesinin icabına baktılar. Himayelerini lânet halkası gibi acemlerin boynuna geçirdiler. O halde yalnız biz kaldık.
Ey camaati müslimin!
Biz ise asırlardan beri âlemi İslâmın başında olarak ehli salible çarpışıyoruz. Dünyanın bütün müslümanları selâmetlerini, necatlarını, yıllardan beri müştak oldukları istiklâllerini kurtarmak için bizden örnek alıyorlar.

"Yüzlerce milyon müslümana nisbetle bizim bir avuç mesabesinde olan halkımızın ne ehemmiyeti vardır?" demeyiniz.
İyi biliniz ki bu bir avuç halkın bütün âlemi İslâmda pek büyük mevkii, pek büyük itibarı vardır.
Bütün müslümanlar bilirler ki maazallah Türk milletinin devrilmesi bütün cihanı imanı sarsacaktır. Bütün müslüman yurtlarını en müthiş zelzelelere tutulmuş gibi hasara uğratacaktır.
Mütarekeyi müteakip Mısır'da, Hind'de hatta daha dün elimizde iken bugün işgal altında bulunan Irakda, Suriyede zuhur eden ihtilâller, isyanlar, kıyamlar gösteriyor ki, biz Türkiye müslümanları öyle âlemi İslâmın ve dolayısiyle düşmanlarımızın lâkayıt kalabileceği bir küme değiliz. O sebepten düşmanlar bizi büsbütün mahvetmeye ne kadar çalışsalar kendi menfaatleri namına o kadar haklıdırlar. Ama diyeceksiniz ki:
—  Bugün bütün dünyaya hâkim olan düşman satveti karşısında bizim ne ehemmiyetimiz olur ki herifler senin dediğin gibi bizim günün birinde büyüyeceğimizden korksunlar da bu kadar ihtiyatlara lüzum görsünler?
Yanılıyorsunuz. İş öyle değil. Avrupalılar yalnız bugünü, bugünkü hadisatı seyretmekle kalmazlar. Onlar yarını, gelecek seneyi, hatta gelecek asrı, hatta bir kaç asır sonrasını tahmin etmek, hesab etmek isterler. Heriflerin siyaseti müthiştir. İşte o müthiş siyaset sayesinde kendileri ne oldular, bizi ne hale getirdiler; görüyorsunuz. Binaenaleyh velev bir kaç vilâyetten ibaret bir Anadolu hükümetinin kalmasına bile kendi ihtiyarlariyle, yani muztar kalmadıkça, kabil değil, razı olamazlar.
—  Pek âlâ! Ne yapabilirsiniz? Uzun zamanlardan beri devam eden dahilî, haricî muharebeler, bilhassa Balkan muharebesiyle şu harbi umumî, bizde can bırakmadı, kan bırakmadı, para bırakmadı, hiç bir şey bırakmadı. Düşman ise bu kadar kuvvetli. Şeraiti sulhiyeyi çar naçar kabul edeceğiz. Bu tıpkı silâhsız bir adamın dağ başında müsellah haydutlar tarafından kuşatılmasına benzer. İster istemez eşkıyanın emrine boyun eğecek...
Pek doğru! Yalnız iki nokta var. Bir kere o müsellah haydutlar ortalarına aldıkları biçareden parasını isteseler, üzerindeki elbisesini isteseler, ayağındaki pabucunu, başındaki külâhını isteseler biz de vermesini tasvib ederdik. Lâkin bununla kanaat etmiyorlar ki. Biçare herifin kollarını, bacaklarını kestikten sonra:  
— Boynunu uzat! Kafanı devir! diyorlar. Madem ki teklif bu kadar ağırdır. Artık bunu hiç kimse kabul edemez, ister istemez dişiyle, tırnağiyle uğaşır, çabalar, nefsini imkânın son derecesine kadar müdafaaya bakar.
Ey camaati  müslimin! İşte bugün bizden istedikleri, ne filân vilâyet, ne filân sancaktır, doğrudan doğruya başımızdır, boynumuzdur, hayatımızdır, varlığımızdır, devletimizdir, dinimizdir, imanımızdır.


Bir de o müsellah olduğunu kabul ettiğimiz haydutların başları pek boş değil. Korktukları tehlikeler var. Biz zaruri olan müdafaai hayat vazifesinde biraz daha sebat edecek olursak emin olunuz ki cehennem olup gidecekler. Galiba maksat anlaşılmadı. Biraz izah edelim.
Kuvvetlerinin, kudretlerinin pek büyük olduğunu bildiğimiz düşmanlarımızın önünde bugün iki müthiş tehlike var: Biri onların kendi tabiri veçhile İslâm tehlikesi, diğeri komünistlik tehlikesi! İslâm tehlikesini herifler çoktan beri hesaba almışlardı da ona göre ellerinden gelen tedbiri tatbikten geri durmamışlardı. Lâkin altı yedi seneden beri devam eden bu harp bir çok hesapları alt üst etti. Bir çok tahminler yanlış çıktı. Bugün düşmanlar artık müstemlekelerindeki insanlardan eskisi gibi emin olamıyorlar. Beşeriyetin gözü açıldı. Mahkûm milletler kendilerinin hakim milletler elinde ne büyük bir kuvvet olduğunu bu sefer gözleriyle gördüler. Kanlarını, canlarını kimlerin hesabına döktüklerini anladılar. Harbin her türlü safahatında bulundular. Hücum nedir, müdafaa nasıl olur? En son icad olunmuş silâhlar, bombalar nasıl kullanılır? Hepsini bilfiil öğrendiler. Hele tahakkümleri, esaretleri altında yaşadıkları Avrupalıların kendilerini harbe sürüklerken verdikleri vaadlerin hiç birinin aslı faslı olmadığına, bu gidişle kıyamete kadar kendileri için hürriyet, refah, rahat yüzü görmek nasip olamıyacağına iyice yakin hasıl ettiler. Bugün cihan eski cihan değil. Hele Asya hiç o bildiğimiz halde bulunmayor. Bilumum şarkta, bilhassa müslümanlarda büyük bir intibah, bir uyanıklık mevcut. Asya’nın şimal kısmında yaşayan dindaşlarımız kâmilen denilecek derecede müsellah, mütebakisi de bir taraftan silahlanıyor, fikirler gittikçe değişiyor. İstiklâl sevdaları her yerde uyanıyor. İşte bütün bu hareketler İslâm tehlikesi namı altında toplanarak düşmanlarımızı titretiyor.
İkinci tehlikeye gelince: Komünistlik denilen bu hareket Avrupa'nın doğrudan doğruya kalbine çevrilmiş bir silâhtır. Senelerden beri sosyalistlik namı altında için için kaynayarak Avrupa hükümetlerini ürkütüp duran bu hareket bugün artık yanar dağlar gibi alevler saçmaya başladı. Bu yangının kıvılcımları Paris, Londra, Roma ufuklarına dağılır, oralarda yer yer yangınlar çıkarır oldu. Çünkü hükümetleri ne kadar uğraşsa, ne kadar çabalasa buna karşı gelemiyor. Zaten böyle bir yangın için Avrupa'nın her tarafında istidad vardı, hazırlık vardı. Sermaye sahipleriyle amele arasındaki gerginlik son senelerde, bilhassa bu muharebe esnasında son dereceyi bulmuştu. Ruslar ön ayak olarak çarı, çarlığı, asilzadelerin bitmez tükenmez imtiyazlarını, servetlerini, sâmânlarını, hâk ile yeksan edince, Avrupa’daki sosyalistler de ayaklanmaya azmetti. Bu adamlar diyor ki:
— Bu harp, bu yedi seneden beri devam eden âfet kırk, elli milyon beşerin doğrudan doğruya harp meydanlarında helâkine sebep oldu. Bir o kadar insanı da bu sönen hayatların arkasından bikes, perişan bir halde bıraktı, manevî bir ölüme mahkûm etti. Netice ne oldu? Bir ¡kaç zalim hükümet istibdadıını artırdı. Milyarlarca servet sahibi bir kaç muhtekirin hâzinelerini, kasalarını doldurdu. Fukara tabakasının, işçi tabakasının sefaletini artık tahammül edilmeyecek derecelere getirdi. Ahlâk namına, haya namına, ırz namına, haysiyet namına, insaf namına bir şey bırakmadı. Hepsini sildi süpürdü. Kimsenin kimseye emniyeti, itimadı kalmadı. Âlemi beşeriyet her türlü insanlık duygularından sıyrılarak yırtıcı hayvanlar derekesine indi. O halde biz kimin için çarpışmış, hangi gayeye hizmet etmiş olduk? Bununla beraber sulh şeraiti diye ortaya atılan hezeyannameleri bundan böyle milletlere asla rahat huzur temin etmiyecektir. Bilâkis bunların aralarındaki ihtilâfları, husumetleri, rekabetleri, kinleri, intikam hislerini büsbütün körükleyecektir. Artık beşeriyet buna tahammül edemez. Artık sefil mahiyetleri bütün çıplaklığı ile meydana çıkan bütün bu teşkilâtı, bütün bu müessesatı yıkmalı, yerine yenilerini koymalıdır...
İşte bunların mülâhazaları aşağı yukarı bu merkezdedir. Garbin ukalası, hükeması çoktan beri böyle bir akıbetin zuhurunu bekliyorlardı. Dışı gözlere pek parlak görünen medeniyet-i hazıranın içinden çürümeye yüz tuttuğunu, günün birinde palıdır küldür yıkılacağını söyleyip duruyorlardı. Benim bu kürsüden söyleyecek bir sözüm varsa, o da garp medeniyeti dediğimiz o rezil âlemin bir an evvel hâk ile yeksan olmasını temenniden ibarettir.
Ey camaati  müslimin! Sakın bu sözlerimden benim ilim düşmanı, maarif düşmanı, terakki düşmanı olduğuma zahip olmayınız. Benim bütün insanlar hesabına bilhassa dindaşlarım namına istediğim bir medeniyet varsa, o da her manasiyle pek yüksek, namuslu, vekarlı bir medeniyettir, yani bir medeniyet-i fazıladır. Garp medeniyeti maddiyattaki terakkisini maneviyyat sahasında kat’iyyen gösteremedi. Bilakis o ciheti büsbütün ihmâl etti. Hayır ihmâl etmedi; bile bile payımâl etti. Avrupalıların ne mal olduklarını anlayamayanlar zannederim ki bu sefer artık gözlerde görerek hatalarını tashih etmişlerdir.
Avrupa hükümetlerini titreten komünizm tehlikesi de budur. Bütün sömürgeci devletler, bu tehlike karşısında şaşırdılar ve gittikçe, şaşkınlıkları artacaktır...


Ah, siz o sömürgeciler elinden zavallı Asya’nın neler çektiğini biliyor musunuz? Sömürgeciler tarafından idare olunan hangi memleketin bir şehrine gitseniz iki mahalle görürsünüz ki, biri sömürgecilere, diğeri yerlilere aittir. Hiç bir yerli için yabancıların cemiyetine girebilmek kabil değildir. Bir yerli temiz giyinmek istese, vergi vermeye mecbur tutulur. Şimendiferlere binseniz görürsünüz ki, yerliler için ayrı vagonlar vardır. Hastahanelere gidiniz, ayrı koğuşlar vardır. Biçareler o vagonlara binmeye, o koğuşlarda yatmaya mecburdur. Sömürgecilere:
— Niçin bu biçarelere insan muamelesi etmiyorsunuz?
Diye soranlara:
— Maymunlar adam olur, bunlar adam olmaz cevabını verirler.
Bir Sömürgeci, yerliyi istediği gibi döver; cezâ lâzım gelmez. Şayet öldürürse pek hafif bir cezayı nakdî ile kurtulur. Yerlinin kazancının yüzde tamam altmışı hükümet tarafından alınarak Sömürgecilerin ihtiyaçlarına sarf olunur. Yerli nüfusun üçte birinden fazlası karnını doyurmaktan âcizdir. Bu sefalet gittikçe artıyor. Bundan bir asır evvel hesab etmişlerdi: Seksen sene zarfında onsekiz milyon yerli açlıktan ölmüş. Bu son asrın ilk onaltı senesi zarfında ise ayni sebepten helâk olanların miktarı yirmi milyonu bulmuş. Yetmiş sene evvel bir yerli, günde bizim para ile kırk para kazanırken, bugün bu kazanç onbeş paraya inmiştir. Bununla beraber zavallı yerli sömürgeciden üç kat fazla vergi verir. Peki, bu vergiler ne olur, bilir misiniz? Sömürgecilerin hâzinelerine toplanıp müstemlekat ahalisi arasında nifak çıkarmaya, fesad çıkarmaya sarf edilir. Evet, son yüz sene zarfında Asyanın bu ülkesi varidatından tamam yüz milyon İngiliz lirası müstemlekâtta sefer yapmak için harcolunmuştur. Sömürgeciler buradaki kumaş tezgâhlarını yok etmek için ustaların baş parmaklarını kesmekten bile çekinmemişlerdir. Bunlar yerli sanayii mahvetmek için hiç bir melanetten geri durmazlar. Seksen milyon müslüman yerli için lise derecesi bir tek mektep var. Sömürgeciler bu mektebe son derecede düşmandırlar. Bir yerli en ufak silâhı bile taşıyamaz. Büyücek çakı taşıyanlar şiddetli cezaya çarpılır. Mütarekeden beri kasapların bıçakları, berberlerin usturaları akşamları polis karakollarına teslim ediliyor.
Gelin biraz da Afrika'ya geçelim. Cezayir’de, Tunus’da, Fas’da müslümanlara, sömürgeciler tarafından hayvan muamelesi edilir. Oradaki hiristiyanlar, yahudiler a’sar gibi, ağnam gibi vergilerin hiç birini vermezler. Müslümanlara gelince, bizim zamanımızdan kalma vergilerin hepsini verdikten başka, sömürgecilerin vazettikleri kapı, pencere vergilerini de verirler. Bunun için biçare müslümanlar topraklarını, akarlarını, hayvanlarını muvazaa suretiyle çok zaman hristiyanların, yahut yahudilerin üzerine çevirmeye mecbur olurlar. Bu mecburiyet yüzünden külliyetli para verdikleri gibi ekseriya mallarını da kaybederler. Sırf müslümanların vergisiyle yaşayan belediyelerde, hiç bir müslüman âzâ bulunamaz. Şayet bulunursa rey sahibi olamaz. Gerek Cezayirde, gerek Tunusda kabilelerin müşterek meraları vardır. Lâkin bu mer'alar muttasıl sömürgeciler tarafından bedava gasbedildiği için biçare müslümanlar hayvanlarını geçindiremiyorlar. Zarurî olarak cenuba, yani çöle doğru çekiliyorlar. Sömürgeciler Afrika'daki müstemlekelerine kendi milletleri için köy teşkil edecekleri zaman, arapların elindeki araziyi bedava alırlar. Bununla kalmayarak, o yeni köye lâzım olan suyu civardaki müslüman köylerinden getirip, müslümanları susuz bırakırlar. Bu suretle vücude getirilen her hristiyan köyüne varidat bulmak için yine müslüman köylerine çullanırlar. Onlardan alacakaları belediye rüsumiyle o hiristiyan köyünü refah içinde yaşatırlar. Bir sömürgeci, müslüman aleyhinde ikamei dava etmez. Çünkü lüzum görmez. Onu isterse döğer, isterse öldürür.
Ey camaati müslimin! Zaman, zemin müsait olsa size sömürgeci adaletinden (!), sömürgeci medeniyetinden,(!) bir çok parlak nümuneler daha gösterirdim. Mamafih ibret alacaklar için bu kadarı da yetişir zannederim. İşte sefaletlerinin derecesini kısaca anlattığım o zavallı dindaşlarımızın, hiç olmazsa düştükleri felâkete düşmemek için artık gözümüzü açmalıyız. Düşmanımızın bizi de onların hâline getirmek için bugün elinde iki vasıta var. Ziyade yok, çünkü haddi zatında gerek keyfiyet, gerek kemiyet itibariyle mühim olan kuvvetlerini dağıtmıştır.
Bu iki kuvvetin birincisi Yunan ordusu, İkincisi memleketimizde çıkaracağı, daha doğrusu çıkarmakta olduğu nifak! Zaten bu ikinci kuvvet olmasa birincisinin hiç ehemmiyeti yoktu. Biz aklımızı başımıza alarak el ele verdiğimiz gün inayet-i Hak’la memleketimizi, istiklâlimizi kurtarmaklığımız muhakkaktır. İşte vilâyati şarkiye ahalisi gözünüzün önünde duruyor. Bunlar düşman istilâsı ne demek olduğunu gözlerde gördükleri için, bu sefer düşman iğfalatına kapılmadılar. Aralarında tefrika çıkmasına, nifak çıkmasına meydan bırakmadılar. Can cana, baş başa verdiler; yurtlarını çiğnemek, kendilerini esaret altına almak için hudut boyunda fırsat gözetip duran düşmanı tarumar ettiler. Kars gibi en müstahkem bir kaleye bayrağımızı dikerek ileriye doğru yürüdüler, gittiler. Cenabı Hak o kahraman mücahitlerimize tevfikler ihsan buyursun; Anadolu'muzun garbindeki bu sefil düşmanı da ermenilerin bihakkin, uğradıkları akıbete uğratsın!...
— Âmin!...
Bizi mahv için tertib edilen muahedei sulhiye paçavrasını mücahitlerimiz şark tarafından yırtmaya başladılar. Şimdi beri taraftaki dindaşlarımıza, kardeşlerimize düşen vazife Anadolu'muzun diğer cihetlerindeki düşmanları denize dökerek o murdar paçavrayı büsbütün parçalamaktır. Zira o parçalanmadıkça İslâm için, Türk için bu diyarda beka imkânı yoktur.
Ey camaati müslimin! Hepiniz bilirsiniz ki buhranlar içinde çarpınıp duran bu dini mübin, bu mübarek yurt bizlere vediatullahtır[4]. Kahraman ecdadımız bu suphanî vediayı siyanet uğrunda canlarını feda etmişler, kanlarını seller gibi akıtmışlar, muharebe meydanlarında şehit düşmüşler; Rayeti İslâmı yerlere düşürmemişler. Mübarek naaşlarını çiğnetmişler; yurdun harimi pakine yabancı ayak bastırmamışlar. Babadan evlâda, asırdan asıra intikal ede ede bize kadar gelen bu emaneti kübraya hiyanet kadar zillet tasavvur olunabilir mi? Yoksa bizler o muazzam ecdadın ahfadı değil miyiz? Ağyar eline geçen müslüman yurtlarının hali bizim için en müessir bir levhai ibrettir. Endülüs diyarını gözünüzün önüne getirin. Cihanın bu en mamur, en medenî, en mütefennin iklimi vaktiyle sinesinde on milyon müslüman barındırırken bugün baştan başa dolaşsanız, tek dindaşımıza rast gelemezsiniz. Allah’ın vahdaniyetini garbin afakına yetiştiren o binlerce minarenin yerlerindeki çan kulelerinden bugün teslis velveleleri aksediyor. Şevketin, medeniyetin, irfanın, ümranın müntehasına varmışken birbirlerine düşerek vatanlarını üç buçuk İspanyol’a karşı müdafaadan âciz kalan bu zavallı dindaşlarımızdan olsun ibret alalım da İslâm’ın son mültecası olan bu güzel toprakları düşman istilâsı altında bırakmayalım. Yeisi, meskeneti, ihtirası, tefrikayı büsbütün atalım, azme, mücahedeye, vahdete sarılalım. Cenabı kibriya Hak yolunda mücahede için meydana atılan azim ve iman sahipleriyle beraberdir.           
Ya İlâhi bize tevfikini gönder!
—  Âmin!
Doğru yol hangisidir, millete göster!
—  Âmin!
Ruhi İslâmı şedaid sıkıyor, öldürecek.
Zulmü tedib ise maksudi mehibin gerçek,
Nare yansın mı beraber bu kadar mazlumin?
Bigünahız çoğumuz, yakma ilâhi!
—  Âmin!
Boğuyor âlemi İslâmî bir azgın fitne;
Kıt’alar kaynayarak gitti o girdap içine.
Mahvolan aileler bir sürü masumundur;
Kalan âvârelerin hali de malûmundur.
Nasıl olmaz ki tezelzül veriyor arşa enin?
Dinsin artık bu hazin velvele ya Rab!
—  Âmin!
Müslüman yurdumu her yerde felâket vurdu;
Bir bu toprak kalıyor dinimizin son yurdu.
O da çiğnendi mi, çiğnendi demek dini mübin.
Hakisar eyleme Ya Rab onu olsun!
— Âmin!
V’elhamdü llillahi rabbilâlemin.  
Bir Ek
Merhum üstad Akif’in Kastamonu’da Nasrullah camii kürsüsünden Türk Milleti’ne hitaben irad ettiği ve her hakikati bütün çıplaklığı ile aydınlattığı bu meviza, o zaman memleketin her tarafında, her camiinde okunmuş, müteaddid defalar basılarak her yere gönderilmiştir.
Şu vesika, mevizanın nasıl karşılanmış olduğunu vuzuh ile gösteriyor:
Elcezire cephesi kumandanı Nihat paşadan Mehmet Akife telgraf:
"Nasrullah camii şerifinde irad buyurduğunuz mevizayi havi mecmuanızın ancak bir nüshası elde edilebilmiştir. Diyarbekir’in Camii Kebiri’nde Cuma namazından sonra kıraat edilerek mü’minini hazıra envari maneviyesinden hisseyabi tenevvür ve tefeyyüz olmuşlardır. Fakat bu istifade pek mahdut kalacağından cephe mıntakasını teşkil eden Elaziz, Diyarbekir, Bitlis, Van vilayetlerde civar müstakil mutasarrıflıklar halkı da nasibdar edilmek ve şerefiyle hukuku doğrudan doğruya zatı âlinize ait olmak üzre Diyarbekir matbaasında tab ve teksir ettirilerek bütün cepheye tevzi edilmiştir. Cenabı Hakk’ın mesaii diyanet ve vatan perverinizi meşkûr eylemesi temennisiyle ihtiramatımı takdim eylerim."
10/2/37
Elcezire K / Nihat
***
Mehmet Akif Bey'de şu cevabı vermiştir:
Diyarbekir’de Elcezire Kumandanı Nihat Paşa Hazretleri’ne;
Hakkı âcizanemdeki teveccühati devletlerine an samimülkalb teşekkürler ederim. Nasrullah kürsüsündeki mevizanin o havalide ve o cephedeki bütün dindaşlarımıza tebliğine himmet ve delâlet, cidden sezavari minnettir Cenabı Hak, pek kıymettar bir rüknü bulunduğunuz kahraman ordumuzu zaferden zafere isal ve ümmeti İslâmiyede belirmeğe başlayan intibahı müzdad buyursun. Âmin.
16 Şubat 337
Mehmet Akif
O zaman Ankara'da intişar etmekte olan "Sebilu-r-Reşad" da 314 üncü (17 Şubat 1337) sayısında şu malûmatı veriyor:
"Nasrullah kürsüsündeki mev'izayi ihtiva eden nüshamız ikinci defa basılmışsa da kısmı küllisi garp ordusuna gönderildiği cihetle o da bitmiştir. Müsait bir zamanda üçüncü bir defa basılacaktır".
Bütün bu malûmat, merhum Mehmet Akif’in Nasrullah kürsüsünde irad ettiği mevizanın bütün milletçe okunmuş, dinlenmiş, çok iyi karşılanmış ve herkese hakikati öğretmek hususunda son derece müessir olmuş olduğunu vuzuh ile gösteriyor.
[1] Nasrullah Camii Şerifi Kastamonu'dadır. Merhum Mehmet Akif 1336 (1920) yılının Sonteşrin ayında Kastamonu'da idi ve 19 Teşrinisani Cuma günü Kastamonunun 'bu camii şerifinden bütün Türk milletine hitab ederek millî mücadelenin hakikî mahiyetini, millî vahdeti koruyarak canla, başla savaşmanın Türk milleti için hayatî bir vazife olduğunu, Sevr muahedesini kabul etmenin Türk milleti için ölümden başka bir şey olmadığını," tereddüde yer bırakmayan kat'iytftle anlatarak bütün milleti Sevr muahedesini yırtmağa davet etti. Onun bu mev’izesi ayrıca bir risale halinde basılarak memleketin her tarafında, bütün camilerinde ve bütün toplanma yerlerinde okundu ve bir taraftan dahilî nifaklara son vermeğe, diğer tarafından Türk milletini kalkındırmağa yardım etti. Bu mevize ve hitabe tam manasile tarihî bir vesikadır. Ve bu vesika o zaman millî mücadelenin karşılaştığı her meseleyi tavzih etmektedir.
[2] Dünyâ ve âhiretde
[3] Kafirlere karşı sert, birbirine karşı merhametli.

[4] Allahın emanetidir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İstikamet ve istikamet açısı

EŞEK ve EŞEKLİK