VATAN HAİNİ, DEVLET DÜŞMANI!
624 yıllık Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye'nin parçalanıp dağılmasının ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti doksan yıldır temellerini tam anlamıyla oturtamamıştır.
Günümüzde Osmanlı İmparatorluğu veya Osmanlı Devleti şeklinde ifade ettiğimiz 624 yıllık yapının esasen resmi adı yukarıda da zikrettiğimiz gibi Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye idi. Yani bugünki Türkçe ile tam karşılığı "Osmanoğulları Ailesi'nin Yüce Devleti" diyebiliriz. Adından da anlaşılacağı üzere bu bir saltanatttı. Bu ailenin maddi güçlerini kullanarak ele geçirdiği toprakları zamanla genişletmesi neticesinde oluşmuş, bu topraklarda yaşayan ahalinin de teba olmayı kabullenmiş olduğu bir imparatorluktu. Bu yapı halkın yaşam hakkı da dahil bütün haklarını iktidardaki ailenin eline vermek şeklinde yürütülüyordu. İktidarın başındaki Sultan/Padişah'ı kısıtlayan İslam dini ve örf dışında hiç bir şey yoktu. İslami kuralların uygulaması ise yine Sultan tarafından atanan Şeyh-ül İslam denilen bir kişinin fetvaları ile belirlenmekte ya da sınırlandırılmakta idi. Son yirmi küsür yıldaki meşruti monarşi döneminde dahi halkın yönetime katılımı yok denecek kadar sınırlıydı.
Bilim, felsefe ve sanatta dünyanın gerisinde kalan Osmanlı bunun bedelini çok hızlı toprak kayıpları ile ödedi. Bu toprak kayıpları siyasi ve diplomatik itibarın da kaybını beraberinde getirirken dünyanın yükselen güçleri Osmanlı'nın yeniden var olamayacak şekilde sonlandırılması için el birliği yaparak kalan son topraklarını da işgal ettiler.
O güne kadar her şeyi tebası olduğu devletinden bekleyen son toprak parçalarında yaşayan halk bıçak kemiğe dayanınca topyekün ayağa kalktı ve işgalcilerin de hiç ummadığı bir şekilde tabiri caizse kendi göbeğini kesti. İşte Osmanlı'nın bir Cumhuriyete dönüşmesi böyle oldu kısaca.
Türkiye Cumhuriyeti ilkesel olarak tam bağımsız ve milletin birlik, beraberlik içinde kurduğu bir devlettir. Ancak bu devletin yurttaşları yüzyıllardır teba olarak yaşamaya alıştıkları için yeni yönetim şekline hızlı bir uyum sağlayamadı. Buna paralel olarak yeni yapılanan devlet erki de eski monarşiyi yeni oligarşiye dönüştürmede gecikmedi elbette. Zaman içinde monarkların yerini oligarklar aldı.
İşte tam bundan sonrasında bugünlere uzanan bizim hikayemiz başlamış oldu.
Türkiye Cumhuriyeti temellerini oturtacak sağlam bir zemin bulmalıydı. Halkın tercihleri mi yoksa yöneten kesimin yönelimleri mi? Buna kim karar verecekti?
Batıya yönelen ve öykünen Cumhuriyet hükümetleri halkın bilgisini yetersiz, görgüsünü eski ve doğulu, birikimini ve tecrübesini ise yok saydı. Hükümetler yüzyıllardır Osmanlı'dan tevarüs eden bir tutum olan tepeden inmeci bakış açısıyla halka şekil verme ve "çağdaşlık ve batılılaşma" gibi somut olmayan hedeflere yönlendirme çabasında oldular.
Bu süreçte halk da eski hüviyetine bürünerek kabuğuna çekildi. Seçimden seçime sandık başına giderek ülkedeki gelişmelere katkıda bulunduğunu ve/veya gidişata müdahale ettiğini sandı. Halbuki sahnedeki oyunu izleyen seyircinin alkışından farkı yoktu bu oyların. Oyun sahnelenmeye devam eder..
Halkın içinden elbette düşünen, akleden, çözüm arayan bu bağlamda yazan, çizen, konuşan ve bu uğurda mücadele eden insanlar da çıktı. Çıktı çıkmasına da hep susturuldu.
Dünya kurulalı beri her yerde olan burada da yaşandı ve yönetenler şahsi çıkarlarını öne çıkardılar. Onlara muhalif olan diğer siyasi aktörler de yine şahsi çıkarları için onları iktidardan uzaklaştırıp yerine kendileri geçmek için uğraş verdiler. İktidar rolünü oynayanlar zaman zaman yer değiştirseler de halk her daim aynı sıkıntılarla baş başa kalmaya devam etti. Geçim derdi, işsizlik, adaletsizlik, güvenlik sorunu, eğitim ve sağlık sorunu..
Bütün bu olup bitenlerle beraber Cumhuriyet Türkiyesi'nde temellerin oturtul(a)mamış olmasından kaynaklanan bir iç/öz güven bunalımı yaşanmaktadır. Yapılan her iş, atılan her bir adım özgün olmaktan uzak ya öykünmeci bir tutum veya yaratılan bir düşmana karşı geliştirilmiş bir refleks olarak ortaya konmuştur.
Öykünmeci tavırlar asıl gövdeye yabancı olduğundan iğreti durmuş ve durmaya devam etmekteler.
Yaratılan düşman meselesi ise iktidarlar için her zaman çok önemlidir ve öyle olmaya da devam etmektedir. Halkın gözünü o yöne çevirerek hem genel anlamdaki başarısızlıklar perdelenir, hem mevcut enerji bir yere boşaltılır, hem de bu günah keçisi sayesinde değişik yollardan bir çok menfaatler temin edilir.
Kim olmalı bu hayali/yaratılan düşmanlar?
Ülke içinde, özellikle aklı başında, ülke sorunlarına çözüm üretmek için özgün bir duruşu, samimi bir çabası olan insanlar hem oligarşinin menfaatine engeldir, hem de bu ülkenin her türlü yükselişini istemeyen ve bunu yakından takip eden eski(meyen) düşmanları daima rahatsız ederler.
İşte bu sebeplerden dolayı;
Onlar "vatan hainidir", onlar "devlet düşmanıdır".
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Takrir-i Sükun ile başlayan ve bugün de değişik yasal ve idari düzenlemelerle devam eden uygulamalar sürekli hayali düşmanlar yaratmıştır. Gericilik, komünistlik, ülkücülük, türkçülük, kürtçülük, nurculuk, bölücülük gibi değişik başlıklar altında nice düşman(!) gruplar, örgütler, cemaatler, yayınevleri, gazeteler, dergiler hedefe kondu. Nice yazarlar, hocalar, şairler, gazeteciler, düşünürler, siyasetçiler, memurlar, öğretmenler, sendikacılar, işçiler, öğrenciler, askerler, akademisyenler yargılandı, sürüldü, asıldı, faili meçhule kurban gitti ve sonuçta susturuldu.
Ne zaman inanç dolu yürekli insanların alın terleri, kanları ve gözyaşları ile kurulmuş tam bağımsız, özgür Türkiye Cumhuriyeti'ni bütün bu sahteliklerden uzak sahici bir vicdanla "barış ve adalet yurdu" olarak anmaya başlayacağız?
Bizden öncekilerin ödediği bedelle topraklarımıza sahip olduk.
Bir bedel de biz ödeyip bu ülkeyi adalet ve barış yurduna çevirebiliriz.
Bu bedel öncekilerin ödediğinden daha çok değil aslında.
Hep birlikte ve herkes için adaleti istemek, hatta düşmanımıza bile adalet.
Bedeli ne olursa olsun barıştan yana olmak, her türlü kavgadan, çatışmadan uzak durmak.
Fikirlerin özgürce ifade edildiği,
hiç kimsenin ötekileştirilmediği,
can, mal, ırz/namus, nesil ve doğal çevrenin güven altında olduğu bir ülkede yaşamak için bedel ödemeye değmez mi?
Var mısınız "vatan haini" ve "devlet düşmanı" olmaya?
Peyami Bayram
15/12/2014, İstanbul
624 yıllık Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye'nin parçalanıp dağılmasının ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti doksan yıldır temellerini tam anlamıyla oturtamamıştır.
Günümüzde Osmanlı İmparatorluğu veya Osmanlı Devleti şeklinde ifade ettiğimiz 624 yıllık yapının esasen resmi adı yukarıda da zikrettiğimiz gibi Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye idi. Yani bugünki Türkçe ile tam karşılığı "Osmanoğulları Ailesi'nin Yüce Devleti" diyebiliriz. Adından da anlaşılacağı üzere bu bir saltanatttı. Bu ailenin maddi güçlerini kullanarak ele geçirdiği toprakları zamanla genişletmesi neticesinde oluşmuş, bu topraklarda yaşayan ahalinin de teba olmayı kabullenmiş olduğu bir imparatorluktu. Bu yapı halkın yaşam hakkı da dahil bütün haklarını iktidardaki ailenin eline vermek şeklinde yürütülüyordu. İktidarın başındaki Sultan/Padişah'ı kısıtlayan İslam dini ve örf dışında hiç bir şey yoktu. İslami kuralların uygulaması ise yine Sultan tarafından atanan Şeyh-ül İslam denilen bir kişinin fetvaları ile belirlenmekte ya da sınırlandırılmakta idi. Son yirmi küsür yıldaki meşruti monarşi döneminde dahi halkın yönetime katılımı yok denecek kadar sınırlıydı.
Bilim, felsefe ve sanatta dünyanın gerisinde kalan Osmanlı bunun bedelini çok hızlı toprak kayıpları ile ödedi. Bu toprak kayıpları siyasi ve diplomatik itibarın da kaybını beraberinde getirirken dünyanın yükselen güçleri Osmanlı'nın yeniden var olamayacak şekilde sonlandırılması için el birliği yaparak kalan son topraklarını da işgal ettiler.
O güne kadar her şeyi tebası olduğu devletinden bekleyen son toprak parçalarında yaşayan halk bıçak kemiğe dayanınca topyekün ayağa kalktı ve işgalcilerin de hiç ummadığı bir şekilde tabiri caizse kendi göbeğini kesti. İşte Osmanlı'nın bir Cumhuriyete dönüşmesi böyle oldu kısaca.
Türkiye Cumhuriyeti ilkesel olarak tam bağımsız ve milletin birlik, beraberlik içinde kurduğu bir devlettir. Ancak bu devletin yurttaşları yüzyıllardır teba olarak yaşamaya alıştıkları için yeni yönetim şekline hızlı bir uyum sağlayamadı. Buna paralel olarak yeni yapılanan devlet erki de eski monarşiyi yeni oligarşiye dönüştürmede gecikmedi elbette. Zaman içinde monarkların yerini oligarklar aldı.
İşte tam bundan sonrasında bugünlere uzanan bizim hikayemiz başlamış oldu.
Türkiye Cumhuriyeti temellerini oturtacak sağlam bir zemin bulmalıydı. Halkın tercihleri mi yoksa yöneten kesimin yönelimleri mi? Buna kim karar verecekti?
Batıya yönelen ve öykünen Cumhuriyet hükümetleri halkın bilgisini yetersiz, görgüsünü eski ve doğulu, birikimini ve tecrübesini ise yok saydı. Hükümetler yüzyıllardır Osmanlı'dan tevarüs eden bir tutum olan tepeden inmeci bakış açısıyla halka şekil verme ve "çağdaşlık ve batılılaşma" gibi somut olmayan hedeflere yönlendirme çabasında oldular.
Bu süreçte halk da eski hüviyetine bürünerek kabuğuna çekildi. Seçimden seçime sandık başına giderek ülkedeki gelişmelere katkıda bulunduğunu ve/veya gidişata müdahale ettiğini sandı. Halbuki sahnedeki oyunu izleyen seyircinin alkışından farkı yoktu bu oyların. Oyun sahnelenmeye devam eder..
Halkın içinden elbette düşünen, akleden, çözüm arayan bu bağlamda yazan, çizen, konuşan ve bu uğurda mücadele eden insanlar da çıktı. Çıktı çıkmasına da hep susturuldu.
Dünya kurulalı beri her yerde olan burada da yaşandı ve yönetenler şahsi çıkarlarını öne çıkardılar. Onlara muhalif olan diğer siyasi aktörler de yine şahsi çıkarları için onları iktidardan uzaklaştırıp yerine kendileri geçmek için uğraş verdiler. İktidar rolünü oynayanlar zaman zaman yer değiştirseler de halk her daim aynı sıkıntılarla baş başa kalmaya devam etti. Geçim derdi, işsizlik, adaletsizlik, güvenlik sorunu, eğitim ve sağlık sorunu..
Bütün bu olup bitenlerle beraber Cumhuriyet Türkiyesi'nde temellerin oturtul(a)mamış olmasından kaynaklanan bir iç/öz güven bunalımı yaşanmaktadır. Yapılan her iş, atılan her bir adım özgün olmaktan uzak ya öykünmeci bir tutum veya yaratılan bir düşmana karşı geliştirilmiş bir refleks olarak ortaya konmuştur.
Öykünmeci tavırlar asıl gövdeye yabancı olduğundan iğreti durmuş ve durmaya devam etmekteler.
Yaratılan düşman meselesi ise iktidarlar için her zaman çok önemlidir ve öyle olmaya da devam etmektedir. Halkın gözünü o yöne çevirerek hem genel anlamdaki başarısızlıklar perdelenir, hem mevcut enerji bir yere boşaltılır, hem de bu günah keçisi sayesinde değişik yollardan bir çok menfaatler temin edilir.
Kim olmalı bu hayali/yaratılan düşmanlar?
Ülke içinde, özellikle aklı başında, ülke sorunlarına çözüm üretmek için özgün bir duruşu, samimi bir çabası olan insanlar hem oligarşinin menfaatine engeldir, hem de bu ülkenin her türlü yükselişini istemeyen ve bunu yakından takip eden eski(meyen) düşmanları daima rahatsız ederler.
İşte bu sebeplerden dolayı;
Onlar "vatan hainidir", onlar "devlet düşmanıdır".
Ne zaman inanç dolu yürekli insanların alın terleri, kanları ve gözyaşları ile kurulmuş tam bağımsız, özgür Türkiye Cumhuriyeti'ni bütün bu sahteliklerden uzak sahici bir vicdanla "barış ve adalet yurdu" olarak anmaya başlayacağız?
Bizden öncekilerin ödediği bedelle topraklarımıza sahip olduk.
Bir bedel de biz ödeyip bu ülkeyi adalet ve barış yurduna çevirebiliriz.
Bu bedel öncekilerin ödediğinden daha çok değil aslında.
Hep birlikte ve herkes için adaleti istemek, hatta düşmanımıza bile adalet.
Bedeli ne olursa olsun barıştan yana olmak, her türlü kavgadan, çatışmadan uzak durmak.
Fikirlerin özgürce ifade edildiği,
hiç kimsenin ötekileştirilmediği,
can, mal, ırz/namus, nesil ve doğal çevrenin güven altında olduğu bir ülkede yaşamak için bedel ödemeye değmez mi?
Var mısınız "vatan haini" ve "devlet düşmanı" olmaya?
Peyami Bayram
15/12/2014, İstanbul
Yorumlar
Yorum Gönder
Lütfen yorumlarınızda isminizi belirtiniz. Teşekkürler.