Modern Zamanlar ve Samimiyet
Sonra sanayileşme ile beraber sanayinin olduğu şehirlere göçler başladı.
Şehirlerdeki modern hayatın cazibedar lüks, konfor ve eğlenceli hayatın vitrine konması toprağa bağlı yaşayan insanların pek çoğunun nefsini çelmeye yeterliydi. "Toprağa bağlı" yaşayan bu insanlar bir kavram dönüşmesi yaşadı ve "toprağa bağımlılıktan kurtulmak" gerektiğine inanmaya/inandırılmaya başladılar.
İlk başta şartlarını, kurgusunu ve ne idüğünü dahi bilmedikleri şehirdeki zenginlik sanki elde edilebilir bir şey gibi gözüktü onlara. Sermaye sahiplerinin fiyakalı otomobilleri ile gezdiği caddelerde yaya olarak yürümek bile aldatıcı bir zevk veriyordu haftanın bazen altı, bazen yedi gününde günde oniki saat çalışıyor olsalar da.
Geldikleri köylerde de vardı zaten bu fakir zengin ayrımı. Ağaların daha çok sürüleri, tarlaları olurdu, onların evleri daha geniş ve gösterişliydi orada da. Lakin bizim garibanın köyde daha doğuştan yenik başladığı hayata bakışı ve bu bahtsız kaderin değişmezliği gibi bir karamsar düşüncesi vardı.
Şehre, sanayinin merkezine gidince adeta farklı bir imkanla yeniden ve bambaşka bir hayata başlama imkanı elde ediyorlardı. Ağanın yerini patron, fabrika sahibi gibi kimseler alsa da köyden gelen için vitrinde gördükleri müthiş bir iç gıcıklayıcı motivasyon sağlıyordu. Nereden bilecekti köydeki ağanın şehirdeki büyük sermaye sahibi patronların yanında maraba kadar değeri olamayacağını.
Önceleri şehre gurbetçi olarak yalnız giden, bekar odalarında veya işyerlerinin yatakhanelerinde kalanlar için kalabalık şehrin ortasında akrabadan, tanıdıktan uzak olmak bazı işleri yapmada cesaretlerini artırıyordu. Kendi köylerinde “ne derler?” baskısıyla yapmayacağı, yapmak istemeyeceği işleri şehirde biraz mecburiyetten ve biraz da “gözden uzak” olmanın verdiği cesaretle yapabiliyordu. Aslında zor oyunu bozuyordu. Yani kendi toprağında onu daha çok çalışmaya zorlayamayan “olumsuz” şartlar şehirdeki vitrinin cazibesi veya geriye "becerememiş" olarak dönerse kınanmanın korkusu sanayinin kölesi olmaya razı ediyordu. Hem de gönüllü bir kölelik. Bu köleliğin kendi toprağında efendi olmaktan neden daha cazip hale geldiğine kendisi de bir cevap bulamıyordu ama onu hep kenarında tutan şehrin merkezine doğru ilerleme tutkusu her geçen gün benliğini daha çok sarıyordu.
Memleketten, aileden, akrabadan, komşulardan, köylülerden uzakta kalınca adeta Tanrı’dan da uzakta kalınıyordu kimine göre. Böylece zaten hurafeleri inanç edinenler için her türlü günah, gayri ahlaki, gayri insani ve yasadışı işlerin önü de açılıyordu şehirde. Vitrinde gördüklerini elde etmenin sabit ücretle mümkün olamayacağını bir müddet sonra anlayan gurbetçi için geriye dönüş de olmadığına, olamayacağına göre yapılacak şey belliydi; ya sabit gelirle yaşamaya sabredecek veya her türlü yolu mübah görerek yepyeni bir hayata yelken açacaktı.
Burada söz konusu şehre göç eden gurbetçilerin öz benliğini yitirmeden, çoluk çocuğunun kursağından "helal lokma" geçirme derdinde olanlar ile gözünü vitrindekilere dikerek her ne pahasına olursa olsun onları elde etme derdine düşenler olarak ikiye ayrıldıklarını rahatlıkla söylemeliyiz. Helal lokma derdinde olanlar ilkeli, ölçülü ve kanaatkar oldukları için makul bir çıkış yolu bulmak mümkündü. Onlar şehrin vitrininde sunulan insanın nefsani/şeytani dürtülerine hitap eden şeyleri değil köyde olmayan ama şehirde olan farklı imkanları keşfetme yolunu tercih ettiler. Yani şehirde onlara sunulanı değil, kendi aradıklarına talip oldular. Bu yolda en önemli imkan okumak, tahsil yapmak ve bu vesileyle ya bir serbest meslek sahibi olmak veya bürokraside bir makam elde etmekti onlar ve özellikle de çocukları için.
Öte tarafta gözünü vitrindekilere dikenlerle vitrini hazırlayanlar şehrin en kıymetli yerlerini ve en önemli mevkilerini birlikte talan etmekte adeta yarıştılar. Yasaları bu talanlarına uygun hale getirmek için siyaset erbabına da gerekli payı verdiler elbette. Zaten siyaset erbabı da bunların arasından belirleniyordu çoğunlukla. Öyle ya bu düzenin devam edebilmesi için her tarafta "adamları" olmalıydı. Demokrasi denilen şey de azınlıktaki(mutlu azınlık) güçlülerin "haklı" olduğunun/çıktığının halkın büyük çoğunluğuna/%51) tasdik ettirilmesinden başka bir şey değildi zaten.
Şehrin, sanayinin, ticaretin ve sermayenin büyüsü elbette herkesi tesiri altına alıyordu modern zamanlarda. Özellikle teknolojinin gündelik hayata girmesiyle insan emeğinin değeri gittikçe azalmaya başladı. Eğer onların gücüne güç katmıyorsa zaten fikrin değeri yoktu egemenlerin nezdinde.
Çok da uzun denemeyecek bir sürenin sonunda şehrin büyüsü bütün ülkeyi/dünyayı sardı. Küçüklü büyüklü tüm şehirler ya sanayiyle veya sanayinin giremediği yerlerde bürokrasinin ve akademinin egemen kültürü halkın değişimini/dönüşümünü icbar etti. Metropollere gidemeyen "zavallı" insanlar için modern hayat ve modern dünya düzeni böylelikle ayaklarına gelmiş oluyordu. Bir kaç nesil öncesinde ulaşılamayan kentli/şehirli yaşam biçimi köylere kadar yaygınlaşmıştı. Artık köylerde varsa yaşayanlar ekmeklerini dahi zincir marketlerden alır hale gelmişlerdi.
Eskiden günlerce mektup bekleyen insanlar artık anlık iletişimin esiri edilmişlerdi sistemli olarak. Adına terör denilen vekalet savaşlarının şehirlere kadar sokulmasıyla her an farklı bir korku yaşatılan modern insanın olduğundan fazla güçlü gösterilen dünya sistemine, yani modern çağın efendilerine gönüllü kulluk kaçınılmaz bir seçenek olarak sunuluyordu.
İşte bu noktada vitrinin büyüsüne kapılanlarla "helal lokma" derdinde olanların büyük çoğunluğu aynı safta toplanmaya başlamışlardı. Çünkü önceleri teknoloji denilen 'yüce çeldirici' bu kadar gündelik hayatın içine girmemişti. Oysa şimdi herkesin her anı teknolojiye bağımlı hale gelmişti. Paranız bankada, her türlü iletişiminiz akıllı cihazlarda, evinizde yemek yapma, çamaşır, bulaşık, ısınma, soğutma, seyahatiniz, ticaretiniz, sağlığınız, çocuğunuz/bebeğiniz ve hatta ibadetiniz bile elektronik sisteme/ortama mahkum ve mecbur. Bunların hepsi de internet denilen bir ağ ile tüm dünyayı adeta bir köye çevirmiş olan bir sisteme bağlı. Bu sistemi elinde tutan, kurgulayan, yöneten ve yönlendiren ise yukarıda söz ettiğimiz aşırı büyümüş küresel sermaye sahipleri.
Modern dünyada küresel sermaye sahipleri bankacılık sistemi denilen bir hile düzeniyle yoktan para yaratarak refahın tabana yayılması gibi bir hayali imkansız hale getirdiler. Bu şekilde temerküz eden sermaye gücü sayesinde altıyla ve üstüyle beraber toprakları, suları ve dahi havayı ele geçiren modern dünyanın efendileri layüsel bir konuma yükselerek adeta Tanrı rolünü oynamaya başladılar. Teknolojinin sağladığı imkanlarla daha az insanla daha çok para kazanan bu sermaye sahipleri modern dünyayı adeta tek bir ülkeye çevirdiler ve neredeyse dünyadaki bütün devlet mekanizmalarını da kendi menfaatlerine hizmet eden birer yerel kuruma/şubeye dönüştürdüler. Bu ülkelerin halklarını da gelişmiş teknolojileri ile internet üzerinden 24 saat her an, her yerde her türlü insanlık haliyle ve hatta duygularına varıncaya kadar takip ediyorlar. Takiple kalsalar iyi. Elde ettikleri verilerle kitleleri her türlü kitle iletişim araçları başta olmak üzere ele geçirdikleri devlet mekanizmalarını da kullanarak istedikleri mecraya yönlendiriyor, manipüle ediyor, aklını çeliyor ve istediklerini yapar hale getiriyorlar. İşin garibi bütün insanlık bu döngünün içinde modern dünyanın efendilerine çaresizlik hissi içinde gönüllü kulluk yapmakta. Bu sarmalın içinden kurtulmaya çalışanların cılız sesini ise çok trajik bir biçimde önce gönüllü kulluk edenler kısmaya çalışıyorlar.
Şimdi soru şu: tüm insanlık ailesi olarak ırkı, dini, milliyeti, cinsiyeti ve yaşadığı coğrafyası hiç fark etmeksizin bu kısır döngüden nasıl çıkabiliriz? Yaradılıştan gelen(fıtri) doğal hak ve adalet ölçülerine göre bu dünyada refah, barış ve huzur içinde yaşamamız mümkün mü?
Bence mümkün..
Böyle bir dünyada yaşamaktan herhangi bir şikayeti olmayan ve içinde bulunduğu duruma öyle veya böyle rıza göstermekten başka çıkar yol olmadığını düşünen, bu düzenin bir parçası olmaktan gocunmayan veya umursamayanların dahi umulur ki kalplerinde bir umut belirir ve kıyamet gelmeden kıyam edip Hakk'ın karşısında secdeye kapanarak Nemrut'un zulmüne maruz kalan Hz. İbrahim'in ateşine bir damla su taşıyan karınca misali saflarını belli ederler.
Kesinlikle inanıyorum ki, her şeyden önce her türlü güçlükten bir çıkış yolunu bulmanın birinci şartı bunun mümkün olduğuna inanmaktır.
Bu inancı kalbimize yerleştirdikten sonra ferdi olarak kendimizden başlayarak aşağıdaki ilkeleri ve davranış şekillerini çevremize yayma gayreti içinde olmalıyız. Böylelikle ümit ederim ki alemlerin Rabbi olan Allah bizi o çıkışa/kurtuluşa ulaştırır.
"İyilik, yüzünüzü doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Gerçek iyilik;
- Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve nebîlere inanıp güvenen kişinin yaptığıdır.
- Böyle bir kişi, sevmesine rağmen malını, kendine yakınlığı olanlara, yetimlere, çaresizlere, yolda kalanlara, isteyenlere ve boyunduruk altındakilere verir.
- Namazı düzgün ve sürekli kılar ve zekâtı verir.
- Bunlar anlaşma yaptıkları zaman da yükümlülüklerini yerine getirirler.
- Baskılara, zorluklara, bir de baskın anında olacaklara karşı dirençli olurlar.
- Özü sözü doğru olanlar bunlardır.
- Allah’tan çekinerek korunanlar da bunlardır."
(2 Bakara:177)
Evet, biliyorum, yukarıda sayılanlar nefse kolay gelen şeyler değil. Burada sıralananların her biri önce yürekte sağlam bir iman ve şuur ister, sonra da o yola adanmak gerektirir. Bunu başarabilmek için ömrümüz ne kadar uzun olsa da bir gün bu dünyadan ebedi bir aleme gideceğimizin idrakinde olmak yeterlidir aslında. Zira ebedi/sonsuz bir hayatta, ölümün tekrar yaşanmayacağı bir alemde sınırsız mükafatları mı yoksa hiç bitmeyecek azabı mı ister ister insan? Bu basit denklemdeki kritik tercihini doğru yapan insanın dünyada Allah'tan başka korkacağı/çekineceği, O'ndan başka diz çöküp yalvaracağı mutlak bir güç, sınırsız bir egemen ve yine O'ndan daha merhametli ve kerem sahibi bir rızık veren olmadığını anlamıştır.
Buradan şu sonucu çıkarmamız icap eder;
Modern dünyanın kodaman/patron/egemenlerine karşı gelmeden önce kendi içimizdeki şeytani arzuları yıkmalıyız ki zalim Nemrut'un karşısında tek başına bir ümmet/toplum gibi dimdik duran Hz. İbrahim misali,
Ve Hz. İbrahim'in izinden giden, sözde Hz. Musa'nın takipçisi olduklarını iddia eden, tapınağı ticarethaneye çeviren din bezirganlarına hakkı haykıran Hz. İsa gibi,
Ve insanlığın ilk ibadetgahı olan Kabe'de hacılara su dağıtmakla övündükleri halde Allah'ın yüceler yücesi adını dünyalıklarına ortak koşan sözde Hz. İbrahim'in soyundan gelen soysuzlaşmışlara karşı eşsiz ve benzersiz olan, yerlerin ve göklerin Rabbi Allah'ın son vahyini tebliğ eden rahmet elçisi Hz. Muhammed gibi olalım.
Veya en azından onların yolunda olabilelim/ölebilelim.
İnsan sınanmamış samimiyetten ne kadar emin olabilir ki?
Üzerimize taktığımız etiketimiz her ne olursa olsun yazdıklarımız, konuşmalarımız, bağırmalarımız ve dahi sloganlarımız hesap gününde samimiyet ölçüsü olarak önümüze konulunca kaçacak yer bulamayız korkarım!
Peyami Bayram
25 Ekim 2023
Arnavutköy, İstanbul
Yorumlar
Yorum Gönder
Lütfen yorumlarınızda isminizi belirtiniz. Teşekkürler.