CUMHURİYET, DEMOKRASİ VE ADALET
CUMHURİYET, DEMOKRASİ ve adalet
Yıllardır “cumhuriyet” üzerine çok şey işittik. Peki ama “cumhuriyet” nedir? Bu soru üniversite öğrencilerine yöneltildiğinde, genellikle şu cevaplar alınır: “Cumhuriyet halkın halk tarafından yönetildiği rejimdir”. “Cumhuriyet halkın yönetime katıldığı rejimdir”; “Cumhuriyet en iyi yönetim şeklidir” vs. Bu cevaplarda öğrencilerin ilkokul birden beri öğrendikleri tüm bilgilerin kalıntıları saklıdır.
Aslında öğrenciler cumhuriyeti değil, demokrasiyi tanımlamaktadırlar. Ülkemizde demokrasiyle cumhuriyetin aynı şeyler olduğu yolunda yerleşik bir inanç var. Her ne hikmetse, “cumhuriyet”in tanımı istendiğinde, “demokrasi”nin tanımı verilmektedir. Farkında olunmadan cumhuriyet, demokrasi ile özdeşleştirilmektedir. Oysa bu anlayış bütünüyle yanlıştır; ve bu yanlışlığın kanıtlanması pek kolaydır. Birer cumhuriyet olmakla birlikte demokratik olmayan pek çok devlet vardır. Komşularımız Irak ve İran birer cumhuriyettir. Keza eski SSCB de bir cumhuriyet idi. Oysa bu devletlerin demokratikliği pek kuşkuludur. Demek ki “cumhuriyet = demokrasi” anlayışı ampirik olarak yanlıştır.
Öğrencilere “monarşi nedir” diye sorulduğunda ise, genellikle, “monarşinin bir kişinin yönetimi olduğu”, “monarşide iktidarın halka değil, krala ait olduğu”, hatta “krallığın anti-demokratik ve kötü bir rejim olduğu” yolunda cevaplar alınmaktadır. Bu cevaplar, yine öğrencilerin ilkokul birden beri edindikleri kültürü göstermektedir.
Bu cevapları veren öğrenciler monarşiyi demokrasinin karşıt kavramı olarak tanımlamaktadırlar. Aslında ülkemizde, pek farkında olmasak da, her nedense, monarşi ile demokrasinin karşıt kavramlar olduğu yolunda yerleşik bir anlayış var. Monarşinin anti-demokratik bir rejim olduğu, demokrasiyle uzlaşamayacağı yolunda bilinç-altımıza yerleşmiş bir kanı var. Oysa bu kanı bütünüyle yanlıştır. Bazı araştırmacıların demokratik olarak kabul ettiği 21 ülkeden 10’u cumhuriyet, 11’i ise monarşidir. Avustralya, Belçika, Birleşik Krallık, Danimarka, Hollanda, Japonya, Kanada, Lüksemburg, Norveç, İsveç, Yeni Zelanda gibi demokratikliklerinden hiçbir şekilde şüphelenilmeyen ve üstelik uzun zamandan beri demokratik rejimleri kesintiye uğramamış olan bu devletler bir cumhuriyet değil, monarşidir.
Görüldüğü gibi cumhuriyet ile demokrasi arasında bir bağıntı yoktur. Bir cumhuriyet demokratik olabileceği gibi, anti-demokratik de olabilir. Keza monarşi ile demokrasi arasında da bir bağıntı yoktur. Bir monarşi demokratik olabileceği gibi, anti-demokratik de olabilir.
O halde biz cumhuriyet ve krallığın/monarşinin gözlemlenmiş ve deneyimlenmiş verilerle geçerli olan tanımlarını yapmak zorundayız.
Kanımızca cumhuriyet, devlet başkanlığının irsî olarak intikal etmediği devlet şekli ve monarşi de devlet başkanlığının irsî olarak intikal ettiği devlet şekli olarak tanımlanabilir. Görüldüğü gibi bu tanımlara göre, cumhuriyet ile monarşi birbirinin karşıt kavramlarıdır. Bu tanımlarda demokrasiye atıf yoktur. Cumhuriyetlerin ve monarşilerin demokratik olup olmadığı ayrı bir sorundur. Yukarıdaki tanımlar, demokratik ve anti-demokratik, mevcut tüm cumhuriyetler ve monarşiler için geçerlidir.
Şüphesiz cumhuriyete ve monarşiye isteyen herkes istediği duygusal anlamı atfedebilir. Ama ampirik verilerle tutarlı olan tek tanım yukarıdaki cumhuriyet ve monarşi tanımıdır. O halde, demokrasiye atıf yapmadan, cumhuriyet ve monarşi birbirinin karşıt kavramı olarak tanımlanmalıdır.
Aslında cumhuriyetin demokrasiyle özdeşleştirilerek tanımlanması sadece bize özgü bir hata değildir. Fransız anayasa hukukçularının bir kısmı da cumhuriyeti demokrasinin eş anlamlısı olarak tanımlamaktadır. Onlara göre cumhuriyet, seçilmiş yöneticilerin ömür boyu değil, sadece belirli bir zaman için görevde kalmasını gerektirir. Bu şart sayesinde cumhuriyet, millî egemenliğin en iyi şekilde gerçekleştiği hükûmet şekli haline gelir. Böylece cumhuriyet, millî egemenlik ile ve dolayısıyla demokrasiyle özdeşleşir.
Belki de cumhuriyetin bu yanlış anlaşılış tarzı bize Fransız kültüründen geçmiştir.
Cumhuriyeti devlet başkanlığının irsî olarak intikal etmediği rejim olarak tanımladığımıza göre, “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” diyen Anayasamızın 1’inci maddesinin Türkiye’de babadan oğula veraset yoluyla geçen bir devlet başkanlığının ihdasını yasakladığını söyleyebiliriz. Başka bir şeyi değil.
Türkiye’de cumhuriyet, 29 Ekim 1923 tarih ve 364 sayılı “Teşkilatı Esasiye Kanununun Bazı Mevaddınının Tavzihen Tadiline Dair Kanun” ile ilan edilmiştir. Bu Kanunun 1'inci maddesine göre, “Türkiye Devletinin şekl-i hükümeti, Cumhuriyettir”. 1924, 1961 ve 1982 Anayasaları da “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” diyerek cumhuriyeti sürdürmüşlerdir. (*)
Antik Yunan felsefesinin babası olarak kabul edilen Sokrates, öğrencisi Platon tarafından yazılan diyaloglarda, demokrasi hakkında derin endişelere ve olumsuz düşüncelere sahip biri olarak tasvir edilir. Platon'un 10 kitaptan oluşan meşhur Cumhuriyet (Republic) isimli eserinin 6. kitabında Sokrates, Ademantus isimli bir diğer karakter ile demokrasi hakkında sohbet eder. Sokrates bu kısımda Ademantus'a demokrasinin eksiklerini ve hatalarını göstermeye ve anlatmaya çalışır. Bunu yapmak için Sokrates, toplumu bir gemiye benzetir.
Sokrates şöyle sorar: "Eğer ki deniz yoluyla bir yolculuk yapmak isteseydin, geminin kontrolünün kimde olacağına nasıl karar verilmesini isterdin? Rastgele ve herhangi bir grup insan tarafından mı, yoksa deniz seyahatleri konusunda deneyimli, bilgili ve eğitimli insanlar tarafından mı?"
Ademantus'un cevabı çok açıktır: Elbette ki ikincisi! Sokrates'in buna cevabı ise şu şekildedir: "Peki bu durumda nasıl olur da, bir ülkedeki yetişkin insanların rastgele ve herhangi bir grubunun bir ülkeyi kimin yöneteceğine karar verebilecek donanımda olduğunu düşünebilmekteyiz?"
Sokrates'in bahsetmeye çalıştığı şey, seçimlerde oy kullanmanın bir "yetenek" olduğudur. Sokrates'e göre oy kullanmak, "rastgele bir sezgi" olarak görülemez. Dolayısıyla oy kullanmanın da, diğer her yetenek gibi insanlara sonradan, dikkatle ve sistematik bir şekilde öğretilmesi gerekmektedir. Yeterli donanıma ve eğitime sahip olmaksızın insanlara oy kullanma hakkının tanınması, yeterli donanım ve eğitime sahip olmayanlara fırtınalı bir havada yolculuk yapacak bir geminin kontrolünün kime teslim edileceği kararını alma yetkisi vermekle aynıdır.
Platon Devlet adlı kitabında aynen şöyle der: "Demokrasinin esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ama milletin kendini yönetecekleri iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanamazsa demokrasi, otokrasiye geçebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir. Demokrasi, bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar."
Bize tarih olarak çok daha yakın Nietzsche ise bu konuda aynı görüşleri şu şekilde ifade eder: "Cahil bir toplum özgür bırakılıp kendine seçim hakkı verilse dahi hiç bir zaman özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını zanneder. Cahil toplumla seçim yapmak okuma yazma bilmeyen bir adama hangi kitabı okuyacağını sormak kadar ahmaklıktır. Böyle bir seçimle iktidara gelenler düzenledikleri tiyatro ile halkın egemenliğini çalan zalim ve madrabaz hainlerdir."
Marks’a göre ise, "Cehalet ayrıcalıklı sınıfın elinde ustaca kullanılan bir silahtır."
Elbette bir okul tedrisatından geçmenin ve diplomalı olmanın önemi yadsınamaz. Ama bu tür bir eğitimin mevcut şartlardaki anlamını ve zaaflarını görmeden, bunu kendi başına demokrasi kültürünün gelişimi ve garanti altına alınması açısından yeterli saymak yanıltıcıdır.
Gerçekten de bu koşullarda en modern eğitim bile, demokrat yetiştirmez, belki sadece bilgiyi meta sanan malumatfuruş yetiştirir… Örneğin Avrupa’da eğer bugün de nispeten kökleşmiş bir demokrasi varsa, bu daha çok 19.yüzyılın eğitimi az yoksul kitlelerinin örgütlü mücadelesi sayesindedir. Görünen o ki; örgütlü ve hakları için mücadele eden "düşük diplomalı" bir işçinin demokrasi eğitimi ve bilinci, kendi halinde ve siyasete katılımı oy vermekle sınırlı "yüksek diplomalı" birinin demokrasi eğitimi ve bilinicinden çok daha yüksek olacaktır.
Şimdi dönüp bakalım durumumuza.
Türkiye Cumhuriyeti'ni ayakta tutan şey başta siyaset olmak üzere muhtelif kurumlardır. Demokrasi bireysel olarak aileden başlayarak parlamentoya kadar uzanan toplumun tamamını kapsaması gereken bir bilinç halidir. En küçük köy derneğinden başlayın, sendikalar, meslek birlik ve odalarından siyasi partilere kadar hangi örgütlenmede demokratik bir ortam var? Bir kesim "kurucu irade" olarak kurduğu kurumu, sistemi veya başka bir kesim ise belli bir güç marifetiyle ele geçirerek "zapt ettiği" mevzii kimseye bırakmıyor. Bu durumda düşünen, akleden insanlar monarşiden kurtulmuş ama oligarşik bir düzende çaresiz bir şekilde demokrasi arayışına giriyor.
Cumhuriyetin sağlıklı bir demokrasiyle yürümesinin tek çaresi adil bir düzenin tesis edilmesidir. Adaletin sağlanamadığı bir ülkenin cumhuriyet veya monarşi olmasının bir önemi kalmaz. Aynı şekilde adaletin olmadığı bir sistemde demokrasi veya otokrasinin olmasının da hiç önemi olmaz.
Allah nefes verdiği müddetçe yapılması gereken yegane şey yılmadan, usanmadan üretmek için çok çalışmaktır. Bilim, teknoloji, sanat, felsefe, siyaset alanında ürettiğimiz her şey Türkiye Cumhuriyeti'nin daha ileri gitmesine hizmettir. Aynı zamanda çok önemli bir husus da demokrasinin ve demokratik kültürün gelişmesi için her vatandaşın sivil toplum faaliyetlerine azami katılım sağlanmasıdır. Sadece oturduğu yerden eleştiriyle, klavye başında, sosyal medyada paylaşım yapmakla, cafelerdeki dedikodularla ne adalet gelir ne de demokrasi!
Demokrasi fiilen katılımcılık ister.
Biz binlerce yıllık mazisi olan büyük bir milletiz. Bizden bir kaç kuşak önceki neslin destansı bir mücadele vererek kazandıklarını bırakın tüketmeyi bizim zedeleme hakkımız dahi asla yoktur. Bizim işimiz devraldığımız mirası sorgulamak değil, en az onlar kadar mücadele ederek sonraki nesillere daha yaşanabilir, adil ve müreffeh bir ülke bırakmaktır.
Yüzüncü yılına girdiğimiz Türkiye Cumhuriyeti'nin şanlı bayrağının altında hür ve bağımsız yaşamak bizim için en büyük şereftir.
Bu şerefi bize miras bırakan İstiklal Harbimizin muzaffer Başkomutanı ve ilk Cumhurbaşkanımız Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile emeği geçen tüm şehit ve gazilerimizi unutmamak, hepsini rahmet, minnet ve şükranla anmak boynumuzun borcudur.
Unutmayalım ki; Türkiye Cumhuriyeti dünyanın umududur!
Bu şuurda kalmak için en az haftada birer defa on kıtası ile İstiklal Marşı'nın tamamını, ve Gençliğe Hitabe'yi okumalıyız, çocuklara ve gençlere de okutmalıyız.
Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti!
Peyami Bayram
(*)Kemal Gözler, “Cumhuriyet ve Monarşi”, Türkiye Günlüğü, Sayı 53, Kasım-Aralık 1998, s.27-34. (www.anayasa.gen.tr/cumhuriyet.htm; erişim tarihi).
Yorumlar
Yorum Gönder
Lütfen yorumlarınızda isminizi belirtiniz. Teşekkürler.