İki resim arasındaki fark.. 28 Şubat'tan bu güne..
Türkiye Cumhuriyeti'nde 100 yıldır taşlar bir türlü yerine oturamıyor.
Şimdi Nevzat Tandoğan’ın ismini bile bilmez çoğu kimse. Oysa 1929’da milletvekilliğinden istifa etmesinin ardından valilik makamında intihar ettiği 1946 yılına kadar aralıksız olarak tam 17 yıl başkent Ankara’nın hem valisi, hem belediye başkanı ve hem de CHP il başkanı olarak çok kudretli bir isimdi. Onun görev yaptığı yıllarda Ankara’nın özellikle Çankaya Köşkü’ne çıkan Atatürk Bulvarı başta olmak üzere ana caddelerine köylü kıyafetleri ile girilmesi yasaktı. Kim bilir belki o zamanlardan kalma bir yasak mıdır, bizim yaşadığımız yıllarda da Kızılay ve civarına erbaş ve erlerin girmesi yasaktı.
Böyle garip yasaklar olur muymuş diyebilir gençler ama oldu bütün bunlar.
Daha neler mi oldu?
Başörtüsü ile üniversiteye girmek, memur olmak, subay/astsubay eşi olmak yasaktı bir zamanlar. Hatta oğlunun askerlik yemin törenine başörtülü anneler, eşler, bacılar ile sakallı babalar, dedeler alınmadı bir dönemde. Ne hazindir ki şehidin başörtülü eşi veya annesi ile sakallı babası ile dahi yan yana gelmek istemezlerdi bir takım pek yüksek rütbeli zevat.
Peki tüm bu yasaklamaların, ötekileştirmelerin ve uzak tutulmaların gerekçesi neydi?
Vatandaşın bu sorusunun ilk muhatabı olan kamu görevlileri bunun bir emir, talimat, yönerge, yönetmelik ve kanun gibi kendilerini de bağlayıcı bir mevzuat olduğunu ileri sürüyorlardı. Daha yukarılara çıkıldığında anayasa ve “laik cumhuriyet” gibi muğlak gerekçeler sıralanıyordu. Fakat neredeyse bütün bürokratik mazeretlerin arkasında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “rejimi koruma ve kollama” refleksinden ve buna sonuna kadar destek veren yargı organlarının durumundan etkilenildiği anlaşılıyordu. Ve bu yasakların bilimsel, felsefi ve hukuki yanını sorgulamaya cesaret edilemiyordu.
Uzun Türk tarihi boyunca milletine doyasıya zaferler yaşatmış olmasına rağmen 27 Mayıs 1960 darbesinden beri genel anlamda ülkenin geriye gitmesinin veya çeşitli sosyal ve ekonomik buhranların faturası hep orduya kesilmiştir.
Bir başka açıdan bakıldığında ise memleketin kabuk değişimi veya rota değişimi de Sultan İkinci Mahmut döneminden itibaren hep ordudan başlamış veya ordudan başlatılmıştır.
Bunların yanında ülkenin siyasi veya ideolojik kargaşa/kaos dönemlerinde yine ordu veya ordu içinden bir kısım cuntacılar isyana, darbeye kalkışmışlardır. Bir kısmının başarılı, bir kısmının ise başarısız olduğu bu darbelerin hepsinin sonunda ülke insanının kanı akmış, canı yanmış, hukuk ihlalleri olmuş ve neticesinde bütün Türkiye bedel ödemiştir.
İnsanın bir yeri ağrıyorsa veya vücudunun bir bölgesinde renk, şekil değişikliği varsa metabolizması o insanın bünyesinde bir rahatsızlık ve belki de ciddi bir hastalık olduğunu haber veriyordur. Sağlıklı bir insanın vücudunun bütün organları doğal bir uyum içinde işlerken, düzenli beslenip, yeterli egzersiz yapıp, temizliğe özen gösterip iyi uyku uyursa o insanın bedensel olarak yaşam konforunu artırmaktan başka bir ihtiyacı kalmamıştır.
İnsan toplulukları da aynen böyledir. En küçük birim olan ailede dahi her aile ferdinin sağlığı, gündelik yaşantısı, işi ve alışkanlıkları o ailenin ortalaması ile uyumlu ise o aile sağlıklı ve mutlu bir aile olmaktadır. Şayet aile fertlerinden birinin sağlık sorunu, maddi sıkıntısı, kötü alışkanlıkları veya ailenin rahatsızlığına sebep olacak farklı bir sorunu varsa bütün aile bireylerini az ya da çok etkiler. Bu sorun giderilinceye kadar herkes rahatsız olur.
Bir ülkenin/milletin ordusu da o ülkede aynen bir vücudun herhangi bir organı gibidir. Belki ülkeyi/milleti bir vücuda benzetirsek ordu, o ülkenin savunma, yeri geldiğinde saldırı yapan eli, kolu, bacağı, ayağı gibidir. Sağlıklı bir bünyenin eli, kolu, ayağı, bacağı da sağlıklı olmalı ve bulunduğu ortama göre yeterli kabiliyetleri de olmalı ki gerektiğinde bu vücuda gelecek saldırılara karşı bir koruma sağlayabilsin. Ama her halükarda bu vücudun bütün azaları uyum içinde olmalı ve her şey yerli yerinde olmalı. Beyin görevini mideye, kalp görevini kaslara vermemelidir.
Aynı topraklar üzerinde yaşayan, orayı yurt edinmiş insanların bir arada yaşaması da tıpkı yukarıdaki aile örneğindeki gibidir. Devlet dediğimiz üst yapı ise bu memlekette yaşayan bütün yurttaşların ortak yaşamının daha güvenli, barış ve huzur içinde sağlıklı ve uzun ömürlü olması içindir.
Siyasetçiler, devlet adamları ve onların yönettiği bürokrasi de bunun için var olması gereken unsurlardır.
Hukuk ise bu memleket topraklarında bir devlet çatısı altında bir arada huzur içinde yaşamanın yazılı olan asgari kurallar bütünüdür. Yargı erki ise toplumun bütün kesimlerinin azami mutabakatı ile belirlenmiş bu temel ilkelerle adaletin sağlanması için vazifelidir.
Bahse konu devlet halkın ortak iradesi ile kurulmuşsa bu sistem cumhuriyet, devleti yönetecek kişiler yine ortak irade, yani seçim ile belirlenmiş ve bu vekalet belli süre ve kuralla verilmişse bu rejim de demokrasidir.
Türkiye Cumhuriyeti Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmış olan Osmanlı Devleti’nin mirasçısı olarak kurulmuştur. Osmanlı Devleti'nin yaklaşık son 250 yıllık gerileme ve yıkılış sürecindeki tecrübelerle yeni devleti şekillendirmek isteyen kurucu irade ve sonrakiler elbette isabetli kararlarının yanında doğal olarak hatalı karar ve uygulamalara da imza atmış olabilirler. Reform bir şeydeki aksaklık ve eksiklikleri daha iyi bir duruma getirmektir. İnkılap ise kısa sürede yapılan köklü değişikliklerdir. Dolayısıyla bir toplumun yüzlerce yıllık kültür, medeniyet ve geleneklerinin çok kısa sürede cebren, kanun zoruyla alelacele değiştirilmesi, dönüştürülmesi doğal olarak sancılı olacaktır. Bu sancı bir anlık değil toplumun tüm kesimlerinde dalga dalga hissedilerek bir süreç içinde sindirilmeye çalışılacaktır. Sonucunun ne olacağını ise tarih söyleyecektir.
Osmanlı Devleti'nin gerileme ve yıkılmasında bir çok sebebin yanında hatalı/yanlış din/İslam anlayışı ve buna bağlı bir takım devlet uygulamaları ile bunlara paralel topluma sirayet etmiş yanlış alışkanlıklar da vardı şüphesiz. Bunları düzeltmek için bir takım tedbire ihtiyaç duymuş olan yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ve yöneticilerinin ilk yıllarda oldukça abartılı olarak dine mesafeli bir tutum aldıkları bilinen bir gerçektir. Dini kurumların kapatılması, alfabenin değiştirilmesi, dinî/geleneksel kılık-kıyafet ve kisvelerin yasaklanması ve ilk yıllarda okullarda dini eğitimin müfredattan tamamen çıkarılması gibi kararlar yüzyıllardır İslam dinini bir yaşam şekli olarak özümsemiş, özellikle son neslini bu uğurda feda eden, 1870lerden beri süregelen yaklaşık elli yıllık uzun bir savaşı "Allah Allah!" nidalarıyla "ölürsek şehid, kalırsak gazi" diyerek son Kurtuluş Savaşı'nı kazanan millete ağır gelmişti şüphesiz. Fakat bu yorgun halkın bununla uğraşmaya, cedelleşmeye niyeti de yoktu, mecali de kalmamıştı. Önceki yüzyıllarda olduğu gibi yine "devlet baba"ya itaate icbar edilen halkın teslim olmaktan başka pek bir seçeneği de kalmamıştı doğrusu.
Türkiye Cumhuriyeti Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmış olan Osmanlı Devleti’nin mirasçısı olarak kurulmuştur. Osmanlı Devleti'nin yaklaşık son 250 yıllık gerileme ve yıkılış sürecindeki tecrübelerle yeni devleti şekillendirmek isteyen kurucu irade ve sonrakiler elbette isabetli kararlarının yanında doğal olarak hatalı karar ve uygulamalara da imza atmış olabilirler. Reform bir şeydeki aksaklık ve eksiklikleri daha iyi bir duruma getirmektir. İnkılap ise kısa sürede yapılan köklü değişikliklerdir. Dolayısıyla bir toplumun yüzlerce yıllık kültür, medeniyet ve geleneklerinin çok kısa sürede cebren, kanun zoruyla alelacele değiştirilmesi, dönüştürülmesi doğal olarak sancılı olacaktır. Bu sancı bir anlık değil toplumun tüm kesimlerinde dalga dalga hissedilerek bir süreç içinde sindirilmeye çalışılacaktır. Sonucunun ne olacağını ise tarih söyleyecektir.
Osmanlı Devleti'nin gerileme ve yıkılmasında bir çok sebebin yanında hatalı/yanlış din/İslam anlayışı ve buna bağlı bir takım devlet uygulamaları ile bunlara paralel topluma sirayet etmiş yanlış alışkanlıklar da vardı şüphesiz. Bunları düzeltmek için bir takım tedbire ihtiyaç duymuş olan yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ve yöneticilerinin ilk yıllarda oldukça abartılı olarak dine mesafeli bir tutum aldıkları bilinen bir gerçektir. Dini kurumların kapatılması, alfabenin değiştirilmesi, dinî/geleneksel kılık-kıyafet ve kisvelerin yasaklanması ve ilk yıllarda okullarda dini eğitimin müfredattan tamamen çıkarılması gibi kararlar yüzyıllardır İslam dinini bir yaşam şekli olarak özümsemiş, özellikle son neslini bu uğurda feda eden, 1870lerden beri süregelen yaklaşık elli yıllık uzun bir savaşı "Allah Allah!" nidalarıyla "ölürsek şehid, kalırsak gazi" diyerek son Kurtuluş Savaşı'nı kazanan millete ağır gelmişti şüphesiz. Fakat bu yorgun halkın bununla uğraşmaya, cedelleşmeye niyeti de yoktu, mecali de kalmamıştı. Önceki yüzyıllarda olduğu gibi yine "devlet baba"ya itaate icbar edilen halkın teslim olmaktan başka pek bir seçeneği de kalmamıştı doğrusu.
Yeni Cumhuriyet idaresinin bu alışılmadık tutumuna mesafeli duran biraz muhafazakar, biraz mutaassıp ama her şeyden önce kendini müslüman ve dindar olarak tanımlayan aslında geleneksel yapıya sıkı sıkıya bağlı millet önceleri okullardan(özellikle kız çocuklarını göndermeyerek) uzak durdu, devletin bu üstenci yaklaşımı Osmanlı zamanından beri değişmediği için milletin devlete korkuyla bezeli saygısının yanında mesafesi de hep uzak oldu.
Halk sanki biraz küskün, sanki biraz kırgındı.
Bir o kadar dikkatle izlemeyi de sürdürdü.
Kendi geleneklerini yaşatmak, kültürünü korumak için farklı yollar, yöntemler keşfetti.
Bu süreçte halkın engin birikimi yeni sistem içinde kısmen törpülenerek, kısmen modernize olarak yenilendi ve ülkeye ve dünyaya yeni bir bakışla bakmaya başladı.
Bir o kadar dikkatle izlemeyi de sürdürdü.
Kendi geleneklerini yaşatmak, kültürünü korumak için farklı yollar, yöntemler keşfetti.
Bu süreçte halkın engin birikimi yeni sistem içinde kısmen törpülenerek, kısmen modernize olarak yenilendi ve ülkeye ve dünyaya yeni bir bakışla bakmaya başladı.
Bu süreci yorumlamakta aşırıya giden kamu idarecileri ise tabiri caiz ise “kraldan çok kralcı” kesildiler. Yukarıda bahsettiğim Nevzat Tandoğan buna iyi bir misaldir. Bu tutumun kendiliğinden mi olduğu yoksa birileri tarafından manipüle mi edildiği ayrı bir mevzu elbette. Ancak sonuçta olan hepimize, herkese oldu aslında.
Evet, gerçekten de bu “kraldan çok kralcı” kesilenler uzun yıllar boyunca yeri geldi askeri gücü, yeri geldi demokrasiyi, yeri geldi hukuku ve yeri geldi Kemalist ideolojiyi arkalarına alarak kendi insanına dışlayıcı, hor gören, aşağılayan, ötekileştiren, cezalandıran veya en iyi tabiriyle “ikna” edici yaklaşım sergilediler. Bu yaklaşım kimi zaman şiddetli kimi yerde daha sofistike bir tarzda olsa da sonuçta ülkemizin eğitim başta olmak üzere hukuk, demokrasi, insan hakları ve dolayısıyla bilimsel, teknik ve ekonomik olarak geri kalmasının asıl müsebbibi bu jakoben tutum olmuştur.
Devlet, yani yönetenler ile halk arasındaki bu çatışmanın asıl mağduru da ne yazık ki daha çok kadınlar olmuştur. O kadınlar ki başta hepimizin annesi, kız kardeşi ve eşi, dolayısıyla çocuklarımızın da annesidir, yani geleceğimizi emanet edeceğimiz nesilleri de yetiştiren annelerdir. Kadın ve erkek ruh ve beden gibi toplumun iki yarısı, mütemmim cüzü/bütünlüğü tamamlayan parçalarıdır. Birinin eksik olması toplum için adeta bir ayağı sakat koşucu misalini andırır.
Yıllarca, en azından benim şahit olduğum 30-35 yıl boyunca Türkiye'de bir "başörtüsü sorunu" yaşandı. Kimileri buna "türban" veya "siyasi simge" deseler de sonuçta kadınların giyim kuşamı üzerinde konuşulmuş ve bir yaşam tarzı olan kıyafetler zorla şekillendirilmeye çalışılmıştır. Evet, belki erkek kılık ve kıyafetleri de zaman zaman gündeme gelmiş olsa da mücadele çoğunlukla kadınların üzerinde yoğunlaşmıştır.
Şöyle bir düşünün; ülke nüfusunun yarısı kadın, yine ülke nüfusunun yarısı dindar. Yani her dört kişiden biri başörtülü bir kadın. Kadınların başörtülü olarak okula gitmesi, kamuda görev alması ve hatta bir avukat, mühendis veya doktorluk gibi serbest mesleğini bile icra etmesine mani olunması ülke nüfusunun dörtte birini mal ve hizmet üretiminin dışına çıkarılması anlamına gelir. Bu da demektir ki her türlü şartlar en mükemmel olsa bile ülkemizin hemen her alanda yüzde yirmibeş kaybı olacak. Bu hesabı doğrudan başörtülü kadınlar için yaptık. Bunun bir de eşi, annesi veya kız kardeşi başörtülü olduğundan dolayı mağduriyet yaşayan erkekler tarafı var. Onu da katarsak haksızlığın ve ülkeye getirdiği kaybın boyutları daha da büyüyecektir. Bu durumun yıllarca sürmesi ile kümülatif olarak çok ciddi maddi kayba ve telafisi imkansız zaman israfına sebep olunmuştur. Peki, bunun hesabını kim verecektir?
Bunca yıldan sonra şimdi başörtüsü her alanda serbest bırakılmıştır. Bir subay/astsubayın eşinin fotoğrafı dahi başörtülü kabul edilmezken şimdi tüm kamu kurumları ile beraber ordumuzda da başörtülü subay/astsubay kadınlarımız görev başında.
Velev ki "siyasi simge" idi, velev ki sorun olan başörtüsü değildi "türban" idi.
Ne oldu şimdi?
Türkiye’ye şeriat mı geldi?
Laiklik mi elden gitti?
Türkiye İran mı oldu, yoksa Suudi Arabistan mı?
Birileri bu durumu hâlâ laikliğe aykırı bulabilir, şeriatın getirilmesine hazırlık olarak düşünülebilirler elbette. Ancak Türkiye’de dindarlık ile laikliğe ve modern yaşama bakış hakkında yapılan araştırmalar hiç de öyle olmadığını söylüyor. Oysa toplumdaki bu dönüşümü ve yaşam alışkanlıklarındaki değişimi görmek için fazla akademik bir seviye de gerekmiyor. Günümüzdeki Türkiye halkı ne 1900lerin başındaki Osmanlı teb'ası, ne Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarında savaşlardan yorgun ve bitap düşmüş yoksul ve çoğunluğu kırsalda yaşayan mektep, medrese görmemiş insanlar ve ne de askeri darbelerle hizaya getirilmiş bir halk yığınıdır.
Beğenirsiniz veya beğenmezsiniz ama yüzyıllardır İslam'ın geleneksel olarak güçlü bir şekilde yaşandığı Türkiye topraklarında yaşayan halkın yirmi birinci miladi yüzyıldaki durumu özetle şöyle;
Kendisini dindar olarak tanımlamasa da çoğunlukla müslüman kimliğini dışlamaz, oruç tutmasa da, kurban kesmese de Ramazan ve Kurban bayramlarını kutlar, domuz eti yemez, erkek çocuklarını sünnet ettirir, şehitliğe inanır, Kur'an-ı Kerim'i pek okumasa veya okuduğunu anlamasa da kutsal kitap olarak kabul eder, ahirete inanır, Hz. Muhammed'i peygamber olarak kabul eder.
Sonuç olarak; her ne kadar dışarıdan bilerek, kasten ve içeriden ise belki bilerek veya bilmeyerek, belki de yine dışarıdan birilerinin maşası olarak Türk halkı din, dil, kavim, mezhep, ideoloji gibi fay hatlarıyla bölünmeye çalışıldıysa da Türkiyelilik, Türk vatandaşlığı, Türklük, İslam, memleket veya tarih gibi pek çok ögeden oluşan bağ bu halkı bir arada tutmaya devam ediyor. Bu inanılması güç bir hikaye. Gerçekten de ben şahsen Türk milletinin tılsımlı bir yapısı olduğuna inanıyorum. Bu millet kavramını bir kavim özelinde değil Türkiye Cumhuriyeti topraklarında yaşayan bütün insanlar için genelleştiriyorum. Hatta bunu tarihte Türk hakimiyetinde kalmış Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar olan bölge için de kullanmak isterdim ama ne yazık ki çoğunluğu için artık bu pek olası değil. Aralıksız olarak yüzyıllardır aynı bayrak altında özgür ve bağımsız yaşamanın ayrıcalığı işte burada ortaya çıkıyor.
Bugün ellinin üstünde yaşı olan bizler maalesef Türkiye'nin kayıp yıllarına şahit olduk. Kimimiz bilfiil bu kaybın mağdurları kimimiz ise bizzat zulmün failleri idik. Şimdi ömrümüzün son demlerinde bu muhasebeyi yaparken buluyoruz kendimizi. Ne o günkü zulmün yanında olanlar bu günkü neticeyi umabilirdi ne de mağdurlar siyasal İslamın bugün böyle bir sosyolojiye evrileceğini tasavvur edebilirdi.
Şimdi geriye dönüp bir şeyleri değiştirmeye kimsenin gücü yetemez elbette. Ancak yaşadıklarımızı aklı selimle yorumlayabilirsek yarınlarımız için bugün neler yapmamız gerektiğini çıkarabiliriz.
Bizden sonrakiler modern dünyanın imkanlarıyla ve bunun yanı sıra bazı handikaplarıyla yepyeni ve farklı bir nesil olacak, bu kaçınılmaz görünüyor. Günlük yaşam alışkanlıkları, iletişim ve üretim biçimleri, kültür ve medeniyet anlayışı bakımından bizden önceki nesiller ile bizlerden çok farklı olmaları kuvvetle muhtemel olan bu gençleri anlamaya çalışmalıyız. Nesiller arası çatışma da bir tür bölücülüktür kanımca. Eleştiri ve diyaloga açık olursak hakikat yolculuğunu bayrak devir teslimi şeklinde sürdürebiliriz. Aksi halde ya biz eskimiş, kağşamış, köhne durumuna düşeriz ya da gençleri asi buluruz karşımızda. Öncekilerin tecrübesi daha sabırlı olmayı ve bu sayede sonrakileri dinleyerek ve gözlemleyerek yenilikleri keşfetmeyi gerekli kılar. Böylece onlara tecrübelerin ve işe yarar bilgilerin aktarılması mümkün olacaktır.
Barış, adalet ve nihayetinde huzur için birlikte yaşadığımız dünyada farklılıkları zenginlik olarak görmeliyiz. Kendi fikrine, inancına veya ideolojisine aykırı gördüğü her şeye şüpheyle yaklaşılabilir ancak kriminal bir bakışla yargılayıp hüküm vermek toplumsal rahatsızlık yaratır. Her ne kadar bu tür sorgulamalar ve yargılamalar devlet eliyle yapılsa da biz vatandaşlar olarak haksızlıklara göz yummamalıyız. Zira bir sonraki haksızlığın kime yapılacağı belli değildir.
Güneş her gün yeniden doğar ama başka bir güne doğar. Her yeni gün önceki günlerin muhakemesi ve alınan derslerle başlıyorsa ne âlâ..
Peyami Bayram
28 Şubat 2024
Arnavutköy, İstanbul
Her iki resmin ressamı da ay ba hocam
YanıtlaSil