Nasıl yaşarsak öyle ölürüz, hangi iş üzere ölürsek öylece diriltiliriz!
Şöyle bir düşünsek;
Hayatta en çok neler ile meşgul oluruz?
Eşimiz, dostumuz, konu-komşu veya akrabamızla bir araya gelince ne konuşuruz.?
Kafamızda hangi işler, planlar, projeler var?
Kimleri dost ve arkadaş ediniriz?
Kimlerle daha yakın olmak için çaba sarf ederiz?
Çocuklarımızı nasıl yetiştiririz,onları ileride ne olarak görmek ister ve onlara ne bırakmak isteriz?
Yarınlarımız için ne planlarımız var?
Kimleri severiz, kimlerden nefret ederiz?
Nerede ve nasıl yaşamak isteriz?
Paramızı nereden ve nasıl kazanırız, nerelere ve ne için harcarız?
Başımız sıkıştığında kime ve/veya neye müracaat ederiz?
Darda kalınca kimden yardım ister, kimden medet umarız?
Aslında bizim ne idüğümüzün özeti bu soruların samimi cevaplarında gizlidir.
Haydi soralım kendimize ve içtenlikle vereceğimiz cevaplarla bakalım kendi kendimize neymişiz, nasılmışız?
Hayatın her anında nasıl bir duruşumuz ve davranışımız olacağını içimizdeki duygu, düşünce ve tecrübeler yönetir. Öyle ki bu bazen kendi kendimize yaptığımız sorgulamalarda bile bazı davranışları kendimize yakıştıramaz, "bunu nasıl yapmışım?" veya "bunu ben mi yaptım?" türünden şaşkınlıklar yaşarız.
Bu hal çoğu insanın başına gelir ve bazıları daha da sık yaşar bunu.
Hele de dışarıdan bakanlar o davranışı veya sözü size hiç yakıştıramaz veya sizden sadır olduğuna ihtimal veremez.
Böylesi durumlarda karşınızdakiler sizi tanıdıklarının dışında bir söz ya da eylem içinde tasavvur etmedikleri için bir şaşkınlık ve hayal kırıklığı yaşar ve bu halin izahını meşru ve mantıklı bir şekilde içselleştiremediklerinde ise size nefret ve belki de çatışma olarak döner.
Şimdi insan bu duruma nasıl gelir biraz da buna bakalım.
Yukarıda değindiğimiz gibi duruş ve davranışları etkileyen üç unsur vardır; duygu, düşünce, tecrübe.
Bunları tek tek ele alacak olursak;
Duygu insan için psikofizyolojik bir değişimdir. Yani içsel ve çevresel etkilerin dışavurumudur.
Düşünce insanın herhangi bir konuda bilgi, bilinç, idea, sezgi ve imgelem süzgeci ile akletmesidir.
Tecrübe ise yukarıda düşüncenin tanımında geçen bilginin bizzat yaşayarak idrak edilenidir.
Bunları şöyle toparlayacak olursak duygu bizim ruh yani psikolojik yanımızla, düşünce akıl tarafımızla ilgili soyut kavramlar iken tecrübe tamamen hayatımızdaki somut verilerdir. Ne var ki bu üç unsurun hangisini ne zaman davranışlarımızda birincil etken olarak kullanacağımızı yine kendi irademizle belirleriz. Burada yeni bir kavram daha çıktı karşımıza: irade. İrade insan için çok önemli ve can alıcı bir kavramdır. Zira insanın diğer canlılardan belki de en önemli farkı irade sahibi olmasıdır. İradeyi de kısaca tanımlarsak; bir şeyin yapılmasına ya da yapılmamasına muktedir olan hayat sahibinin bu ikisinden birini kendi isteğiyle seçmesidir. Bir aracın direksiyonundaki sürücü duygu, düşünce ve tecrübe ile aracı sürerken her an iradesi ile farklı bir karar vererek aracın direksiyon, fren, gaz gibi organlarını kullanmak suretiyle aracın istikametini ve menzilini belirler.
Bu bağlamda bizim insan olarak kendi içimizle dışımızı bir dengede tutmamız bizi erdemli, asil ve sahici bir kişilik haline getirir. Aslında bu durum ruh ve beden sağlığımız açısından da son derece önemlidir. Yani bu dengeli yaşam kendimizi psikolojik ve bedensel açıdan daha iyi hissetmemizi de sağlar.
Yukarıda bahsettiğimiz iradeyi kullanarak her an karar verme sürecinde olan kişinin karar verme süreci ve argümanlarının asıl muharriki ise kişinin inancından başka bir şey değildir.
Kısacası temelinde inanç olmayan hiç bir duruş ve davranış olamaz.
Burada inancın içeriği kişiye, aileye, topluma, tarihe, kültüre, eğitime göre farklılıklar gösterir. Nitekim aynı inancı paylaştığını söyleyen insanlardan kimisi insanlığa büyük hizmetler ve eserler verirken bir başkası en büyük yıkımı yapabilir, zarar üstüne zarar verebilir.
Bu iki zıt sonucun çıkması aslında o kişilerin inandıklarını iddia ettikleri şeyler konusunda hemfikir olmadıklarını gösterir.
Bu durumda aklı başında olan(akıl baliğ) her insanın oturup düşünmesi ve ona göre neye, niçin ve nasıl inandığı konusunda kendine çeki düzen vermesi gerekmez mi?
Bakınız yarattığı kulunu en iyi bilen ve ona şahdamarından daha yakın olan yüceler yücesi Allah inandığını iddia edenlere nasıl sesleniyor;
"Ey iman edenler! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaplara iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse, pek derin bir sapıklığa düşmüş olur." (Nisa Suresi 136. Ayet)
Adeta kendinizi kandırmadan kimseyi kandıramazsınız der gibi insanın iç dünyasına göndermede bulunarak insanları inandıklarında samimi ve dürüst olmaya çağırıyor.
Başkalarının inançları ve yaşam tarzlarını çok konuşuruz da acaba her birimiz kendi kendimizi bu samimiyet aynasının önüne koymaya hazır mıyız?
Şöyle bir düşünsek;
Hayatta en çok neler ile meşgul oluruz?
Eşimiz, dostumuz, konu-komşu veya akrabamızla bir araya gelince ne konuşuruz.?
Kafamızda hangi işler, planlar, projeler var?
Kimleri dost ve arkadaş ediniriz?
Kimlerle daha yakın olmak için çaba sarf ederiz?
Çocuklarımızı nasıl yetiştiririz,onları ileride ne olarak görmek ister ve onlara ne bırakmak isteriz?
Yarınlarımız için ne planlarımız var?
Kimleri severiz, kimlerden nefret ederiz?
Nerede ve nasıl yaşamak isteriz?
Paramızı nereden ve nasıl kazanırız, nerelere ve ne için harcarız?
Başımız sıkıştığında kime ve/veya neye müracaat ederiz?
Darda kalınca kimden yardım ister, kimden medet umarız?
Aslında bizim ne idüğümüzün özeti bu soruların samimi cevaplarında gizlidir.
Haydi soralım kendimize ve içtenlikle vereceğimiz cevaplarla bakalım kendi kendimize neymişiz, nasılmışız?
Hayatın her anında nasıl bir duruşumuz ve davranışımız olacağını içimizdeki duygu, düşünce ve tecrübeler yönetir. Öyle ki bu bazen kendi kendimize yaptığımız sorgulamalarda bile bazı davranışları kendimize yakıştıramaz, "bunu nasıl yapmışım?" veya "bunu ben mi yaptım?" türünden şaşkınlıklar yaşarız.
Bu hal çoğu insanın başına gelir ve bazıları daha da sık yaşar bunu.
Hele de dışarıdan bakanlar o davranışı veya sözü size hiç yakıştıramaz veya sizden sadır olduğuna ihtimal veremez.
Böylesi durumlarda karşınızdakiler sizi tanıdıklarının dışında bir söz ya da eylem içinde tasavvur etmedikleri için bir şaşkınlık ve hayal kırıklığı yaşar ve bu halin izahını meşru ve mantıklı bir şekilde içselleştiremediklerinde ise size nefret ve belki de çatışma olarak döner.
Şimdi insan bu duruma nasıl gelir biraz da buna bakalım.
Yukarıda değindiğimiz gibi duruş ve davranışları etkileyen üç unsur vardır; duygu, düşünce, tecrübe.
Bunları tek tek ele alacak olursak;
Duygu insan için psikofizyolojik bir değişimdir. Yani içsel ve çevresel etkilerin dışavurumudur.
Düşünce insanın herhangi bir konuda bilgi, bilinç, idea, sezgi ve imgelem süzgeci ile akletmesidir.
Tecrübe ise yukarıda düşüncenin tanımında geçen bilginin bizzat yaşayarak idrak edilenidir.
Bunları şöyle toparlayacak olursak duygu bizim ruh yani psikolojik yanımızla, düşünce akıl tarafımızla ilgili soyut kavramlar iken tecrübe tamamen hayatımızdaki somut verilerdir. Ne var ki bu üç unsurun hangisini ne zaman davranışlarımızda birincil etken olarak kullanacağımızı yine kendi irademizle belirleriz. Burada yeni bir kavram daha çıktı karşımıza: irade. İrade insan için çok önemli ve can alıcı bir kavramdır. Zira insanın diğer canlılardan belki de en önemli farkı irade sahibi olmasıdır. İradeyi de kısaca tanımlarsak; bir şeyin yapılmasına ya da yapılmamasına muktedir olan hayat sahibinin bu ikisinden birini kendi isteğiyle seçmesidir. Bir aracın direksiyonundaki sürücü duygu, düşünce ve tecrübe ile aracı sürerken her an iradesi ile farklı bir karar vererek aracın direksiyon, fren, gaz gibi organlarını kullanmak suretiyle aracın istikametini ve menzilini belirler.
Bu bağlamda bizim insan olarak kendi içimizle dışımızı bir dengede tutmamız bizi erdemli, asil ve sahici bir kişilik haline getirir. Aslında bu durum ruh ve beden sağlığımız açısından da son derece önemlidir. Yani bu dengeli yaşam kendimizi psikolojik ve bedensel açıdan daha iyi hissetmemizi de sağlar.
Yukarıda bahsettiğimiz iradeyi kullanarak her an karar verme sürecinde olan kişinin karar verme süreci ve argümanlarının asıl muharriki ise kişinin inancından başka bir şey değildir.
Kısacası temelinde inanç olmayan hiç bir duruş ve davranış olamaz.
Burada inancın içeriği kişiye, aileye, topluma, tarihe, kültüre, eğitime göre farklılıklar gösterir. Nitekim aynı inancı paylaştığını söyleyen insanlardan kimisi insanlığa büyük hizmetler ve eserler verirken bir başkası en büyük yıkımı yapabilir, zarar üstüne zarar verebilir.
Bu iki zıt sonucun çıkması aslında o kişilerin inandıklarını iddia ettikleri şeyler konusunda hemfikir olmadıklarını gösterir.
Bu durumda aklı başında olan(akıl baliğ) her insanın oturup düşünmesi ve ona göre neye, niçin ve nasıl inandığı konusunda kendine çeki düzen vermesi gerekmez mi?
Bakınız yarattığı kulunu en iyi bilen ve ona şahdamarından daha yakın olan yüceler yücesi Allah inandığını iddia edenlere nasıl sesleniyor;
"Ey iman edenler! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaplara iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse, pek derin bir sapıklığa düşmüş olur." (Nisa Suresi 136. Ayet)
Adeta kendinizi kandırmadan kimseyi kandıramazsınız der gibi insanın iç dünyasına göndermede bulunarak insanları inandıklarında samimi ve dürüst olmaya çağırıyor.
Başkalarının inançları ve yaşam tarzlarını çok konuşuruz da acaba her birimiz kendi kendimizi bu samimiyet aynasının önüne koymaya hazır mıyız?
Yorumlar
Yorum Gönder
Lütfen yorumlarınızda isminizi belirtiniz. Teşekkürler.